İsmail SERT

    İsmail SERT


    SİNCANLI KAFKA

    12 Aralık 2020 - 16:04


    Yan yana dizerek bir dünya kurduğu kelimelerini, kendini savunmak için kullanmak zorunda kalmak…
    Tehlikeyi savuşturmak için kelimelerinin üzerine basa basa karşı kıyıya çıkmaya çalışmak…
    Bir yazar için bundan daha kötüsü ne olabilir?

    Neresinden baksanız berbat bir fotoğraf.

    Twitter’da yayınlanan özür metni, aynı zamanda hazin olan fotoğrafın ‘büyük parçası’ ya da yaftası olarak orada duruyor. Kelime seçimine, cümlelerin akışına, aradaki süslemelere varıncaya kadar bir yazarın kaleminden çıktığı çok belli.

    Metnin başında, üzerindeki yükleri hafifletiyor yazar. Her erkeği içine alacak kadar genişlettiği bir ‘tabiatı’ meydan yerine atıyor ve ‘eril fail’ kalabalığın arasına karışıp kayboluyor.
    Ve metnin sonunda ‘özür’, manasını, nezaketini, mahcubiyetini yüklenmeden, çatal iğneyle tutturulmuş olarak sadece lafzıyla yerini alıyor.  

    Belgeselde annesini ‘adı Hatice olan bir Şehrazat’, suskun babasını Samuel Beckett olarak tasvir etmiş: “Ben Şehrazat ile Beckett’in çocuğuyum”.
    Doğu ile Batı’nın buluştuğu kavşakta, hikaye anlatmaya/yazmaya yükümlü olarak doğduğunu belirlemiş oluyor böylece.

    Denizli’nin Çal ilçesine bağlı Baklan kasabasında, elinde Kemalettin Tuğcu kitabıyla poz veren bir çocuk. Sonrasında yazıya emek vermiş, kalemi hep işlemiş. Hikayeler, hikaye kitapları, romanlar ve ödüller peş peşe gelmiş. Ünü yurt dışına taşmış. Tarifsiz övgüler almış.
    “Türk edebiyatının kilometre taşlarından biri”.
    “Sadece Hasan Ali Toptaş okumak için bile Türkçe öğrenmeye değer”.
    “Türk edebiyatından, hatta dünya edebiyatından geleceğe kalacak birkaç isimden biri”.
    Sincan Vergi dairesinin kıdemli icra memurluğundan yazarlığa uzanışını simgeleyen  ‘Sincanlı Kafka’ seslenişi bile aslında bir övgü.

    Ünlü bir yazar olmanın keyfini sürerken, eski yılların nahoş anılarının kapağı açılıverdi.
    Önceleri suskunluklar suskunlukları doğururken, şimdi ifşalar yeni ifşaları tetikliyordu. Bir ‘ortaya çıkan’ başka birinin ‘cesaret kaynağı’ydı. Nitekim öyle oldu. Ardı ardına tivitler atıldı, sesler yükseldi.
    Yazar, içinde ‘özür’ ifadesi geçtiği için, özür kabul edilmesini beklediği metni yayınladı. Meydan ateşi daha da alevlendi. Ödül verenler geri çekilmeye, yayınevleri ilişki kesmeye başladı.

    Böyle durumlarda hep olduğu gibi, bir tartışmanın kapısı ardına kadar açıldı: Yazar tamam da eserlerini nereye koyacağız? Eserlerini yazarından ayırmayacak mıyız?
    Bu soruların cevabı, olaylara ya da yazarlara bakılmaksızın verilmiş durumda. Şiir, öykü, roman ya da başka bir metin, yazılıp basıldıktan sonra yazarından kopar. Artık eserin yazandan ayrı ve ondan bağımsız hayatı başlamıştır. Metin artık okuyucunundur. Yazar bir metin yazmıştır. Metin, okuyan sayısı kadar çoğalır.

    Elbette yazdıklarının başarısı yazarın yaptıklarını hafifletmez. Ancak, yazarın sapmaları eserlerinin yakılmasına da gerekçe olamaz. Olmamalı. Edebiyat tarihine dalıp, kitapları yazarının kumarbazlığına, katilliğine, saplantılarına, mental hastalıklarına, cinsel eğilimlerine ve diğerlerine göre ayıklamaya kalktığımızı düşünebiliyor musunuz?
    Yine de yazarla eserini birlikte ele alanlara bir şey diyemeyiz. Okuyucu, “eserin üzerine yazarın gölgesi düştüğü için okuyamıyorum” diyebilir. Haklıdır. 

    Şu kısa süre içindeki tartışmalarda, bir taraf hep aynı soruyu sordu:
    Tacize uğradığınızda neden sesiniz çıkmadı? Şimdiye kadar neden sustunuz? Soru ilk anda makul ve mantıklı gibi görünse de, asıl hasar ortadayken gündeme gelmek için sırasını beklemek zorunda. Hatta belki de ona hiç sıra gelmez. Bir de şu var: Bu soruyu sorma hakkını nasıl elde ettik? Kim olarak soruyoruz? Neresinden dahiliz yaşananlara?
    Ortada nahoş olmayı aşan bir seri taciz, bir zorbalık var. Güç, makam ve şöhret kullanılarak yapıldığı için katmerli bir tarafı olduğu da açık.  
    Toptaş’tan beklenen; -muhatapları kabul eder ya da etmez, orası ayrı- yazarlığından sıyrılarak, yorumlanmadan anlaşılacak düz cümlelerle, net bir özür dilemesi.
    Ayrıca ‘kandırıldık’ hissiyle dolan okuyucular da özür duymak istiyor olabilirler. İmza kuyruklarında bekleyerek yazarla bağ kurmaya çalışan, yazarın altlarını çizdikleri cümleleriyle dünyayı anlamayı umut eden okuyucular için de bir özür gerekebilir.
    Belki o zaman, yazarla eseri arasına daha kolay mesafe koyabilirler ve okumaktan soğumazlar.

    Son olarak, eril faillere bir önerim var. Neşet Ertaş’tan ‘Gönül Dağı’nı kulaklarını ve zihinlerini ve tabii ki gönüllerini açarak dinlemelerini teklif ediyorum. Dinlerken ustaya eşlik etmeye çalışırlarsa da iyi olur!

    YORUMLAR

    • 0 Yorum