• Reklam
İsmail SERT

İsmail SERT


ÖLÇÜ

22 Kasım 2019 - 17:57

Bebek mevlidi, gösteriş, dua, israf, şımarıklık, başörtüsü, görgüsüzlük… Birbiri içine giren o kadar çok şey vardı ki; ayırt etmek zordu ve her karesiyle bizi afallattı. Sadece bu video da değil, ondan öncekiler, daha öncekiler, gelinen yer, geride kalanlar, “biz aştık onları” denilenlerin toplamı… Nerden baksak, hep aynı yere çıkıyor.

Bir ayağımızı diğerinden ne kadar uzağa koyabiliriz? Bir ayağımız, diğerinin ne kadar ötesine gidebilir? Aralarındaki bağ ne kadar esnetilebilir? 

Bir ayağımız bir koordinatta, ikinci ayağımız ondan çoook uzaklarda. Fotoğrafımıza bakacak kadar yürekli olsak, göreceğiz. Ancak öyleyiz. Öyle olunca da gelsin şizofreni. Uysal, ehlileştirilmiş, yaygın olduğu için hiçbir hekimin teşhis koymaya cesaret edemediği bir şizofreninin pençesindeyiz. 

“Daha biraz önce şuradaydı.” dediğimiz ölçüler artık yok. Ölçüyü bulup da yerine koyabilsek, ölçüp biçeceklerimiz için de umutlanacağız. Ancak ölçü kaybolunca, umut da yok. Ölçü kaybolunca tek başına sorular, ona verilen bağımsız cevaplar da yok artık 

Akan, devamlılığı olan bir şey değil artık hayat. Hep kesik kesik, hep parçalı, hep anlık. 

Sorular birbiri içinde eriyip kayboluyor, cevapların iki ucu birbiri ile buluşmuyor. Hiç sorgulamadan, hiç ölçüye vurmadan, her şeyin gelişine yaşandığı bir hayata geçiverdik. 

Teknoloji kendi yolunu aça aça ilerliyor. Önüne çıkanları hayatın dışına iterek kendisine yol açıyor. Onun belirlediği hayatta, ona adım uydurmak üzere, biz de her geçen gün biraz daha hızlanıyoruz. 

Eski köyde, hiç eski adet kalmamış. Hepsi yeni. Eskiler sinmiş halde; ya kenardalar ya da sessizce kenara çekiliyorlar. İçi dolmayan ‘yeni’ler var her yerde. Her şey ayakta. Durmuş oturmuş bir şey yok. Her şey hareket halinde.

“Kime ne zararı var?” sorusu maymuncuk gibi bir işlev görüyor. Herkesi susturuyor. Evet doğru ya; “Kime ne zararı var? Onu da nerden çıkarttık?”

Çok parçalı, çok kesintili, çok izahsız, çok izahsız olmanın olağan kabul edildiği bir sürüklenme halindeyiz.

Video ortaya çıkınca, en çok “ne oluyoruz!” sesleri duyuldu. Sonra ayıplayanlar, eleştirenler, akıl öğretenler, soyutlama yapanlar sıraya girdiler. Sonra videoyu bahane edip içlerindeki nefreti ve aşağılamayı rastgele boca edenler görüldü. Sayıları da epeyce çoktu. 

Oysa ne erkekler kendini kurtarmalı, ne seküler kesim aynaya bakmaktan muaf olmalı. Ne militan laikler, ne radikaller, ne köktenciler, ne de diğerleri…

Eleştirilen, eleştirmekten öte hırpalanan video tekil bir örnek değil. Birbirine uzakmış gibi duran birçok semtte ve birçok toplumsal katmanda, bu türden histerik ve sınırlar üzerinde tepinen gösteriler yapılıyor. 

Daha da önemlisi; orada gördüklerimizin hiç biri kendisi değil. Tek tek saymaya gerek var mı? Seyrettiğimiz bir mevlid değil. Gördüğümüz şov, bir başörtülünün sınırları aşması değil.

Ortada; bildiğimiz tanımların hiç birine uymayan, hiç bir kalıba sığmayan, çağımızın ürünü, bambaşka bir şey var. Yeni, yepyeni bir şey.

Baudrillard bir teşhis koymuştu. Bildiğimiz, çözebildiğimiz ve artık geçip gitmekte olan çağlarda, bir ‘gerçek ya da bir nesnenin gerçeği’ vardı. Zaman içinde onların taklitleri üretiliyordu. Biz, gerçek ile takliti yan yana koyarak, ikisini birbirinden ayırt edebiliyorduk.

Şimdi, bu çağda, çağımızda doğrudan, ilk elden ‘taklitler’ üretiliyor. İlk ürün taklit olunca, ne kadar arasak da gerçeğine ulaşamıyoruz. Zaten gerçeği yok. Taklit ürünlerin, taklit mottoların, taklit tavırların, kısacası; taklit hayatların oksijensiz odalarında yaşamaya razı oluyoruz. 

Sosyal medyamızda, kendimize verdiğimiz başrolden bizi kimse indiremeyeceğine göre, gerisi umurumuzda değil.

Yeter ki; hayat bir gösteri tadında sürsün.

Yeter ki; fotoğrafımız güzel çıksın, videomuz çok izlensin. 



 

YORUMLAR

  • 0 Yorum