ARAMIZDAKİ KANAL

İsmail SERT

Bugünlerde tam da ortamızdan bir kanal açılıyor. Kanalın iki kıyısına sıralanmışız. Top
sesleri bayramlarda atılanlara hiç benzemiyor. Toz, duman, gürültü, patırtı…
Güya bir büyük projenin bir büyük tartışmasının içindeyiz. Ancak en geniş açıdan
çekilen fotoğrafımıza baktığımızda hiç de öyle görünmüyor. Sormamız gerekenin belki
de bambaşka bir soru olduğu ortada. İçinde bulunduğumuz ortam, daha çok hangisine
benziyor? Tartışmaya mı? Yoksa inatlaşmaya mı? Konuşmaya mı? Yoksa bir kör
dövüşüne, bir sağırlar diyaloğuna mı?
Yeterince sakin miyiz? Gerektiği kadar soğukkanlı mıyız?
Kanal İstanbul’a nasıl bakıyoruz? Hangi sorumlulukla? Hangi endişelerle? Kim olarak?
İstanbul’da yaşayan bir İstanbullu, İstanbul’u uzaktan seven bir İstanbullu, bir genç, bir
çevreci… Çevreci deyince duruyorum. Adını illa çevreci koymak gerekiyor mu?
Toprağını, suyunu korumayı kim istemez!
Nereden bakıyoruz? Nereden baktığımızda Kanal İstanbul’u görebiliyoruz? Bakış açımızı
nasıl ayarladığımızda, kanalsız bir İstanbul çıkıyor karşımıza?
Kimin isteyip, istemediğine bakarak mı saflaşıyoruz? İşin kendisine, yapılacak olana,
yapılacak olanın getirdikleri ile götürdüklerine bakamayacak mıyız? Ne yapılacak? Ne
yaparken ne kaybedilecek? Onları hesaplayamayacak mıyız?
“Hayır” diyenleri hedefe koyup oradan meydan okuma mı üretiyoruz? “Evet” diyenlerin
evetlerine bakıp fanatik taraftar mı oluyoruz?
Eski zamanların boşa çıkan itirazlarını üst üste dizip bütün yükü, şimdi endişe ifade
edenlerin üzerine yükleyivermek ne kadar insaflı?
Müteahhitler kadar şairler de söz sahibi değil mi? Ekonomistler kadar tarihçilerin ne
dediklerine de bakmayacak mıyız? Sesi yüksek çıkanlar kadar sesi kısık olanlara da
kulak vermeyecek miyiz? Uzmanlar kadar uzmanlığın kenarından geçmeyenlerin de,
akademi kadar sokağın da söz hakkı yok mu?
Toprak, su, devlet, siyaset, rant, zorunluluk, ihtiyaç, fantezi, vatandaşlık, kültür, tarih, fay
hattı, hafriyat kirliliği, deprem, ulaşım, güvenlik, Montrö…
Kaygılar, itirazlar, uyarılar, iddialar, endişe ifadeleri, savunmalar, saldırılar, dehşet
senaryoları…
Dev maliyetiyle, büyük hafriyatıyla, çevre riskiyle, suya, toprağa, tarım alanlarına
dokunuşuyla, ormanları ilgilendirişiyle, depremle bağı, Montrö’ye bağlantısı olmasıyla
Kanal İstanbul memleket meselesi değilse, hangi konu memleket meselesidir?
Hangi kavramı tercih edersek edelim. İster müzakere diyelim, ister consensus arayışı,
ister ortak aklın peşinden gitmek… Hepsine ters istikamette olduğumuzu görecek kadar
sağduyumuz yok mu?
Kanala doğru yol alırken ya da kanalsız İstanbul’a hazırlanırken gidiş yolumuzun, içinde
bulunduğumuz ortamın doğru olduğunu söyleyecek biri var mı?
Klasik sorularla yapılan sınavların sonrasında, öğrencilerin merak ettikleri ve hep
sordukları bir sorudur: “Hocam yanlış sonuca ulaşmış olsak bile, gidiş yolumuz
doğruysa, puan verecek misiniz?”
Kendimizi bir an için öğretmenin yerine koyup ne cevap vereceğimizi konuşalım. Her
şeyden önce bunun doğru bir soru olduğunun hakkını teslim edelim. Çünkü; diyelim bir
fizik probleminin, gidiş yolu doğru ise öğrenci soruyu (ya da sorunu) doğru kavramış
demektir. Doğru sonuca da varması beklenirken, bir aşamadaki hesap hatasından yanlış
sonuca ulaşmıştır. Doğru kavranmış ve doğru yoldan ilerlenmişse onun bir karşılığının
olması gerekir. Sınavda puan vermek ya da tartışmada ikna olmak biçiminde…

Yine hak vermek gerekir ki; tersini söyleyemeyiz. Yani yanlış yoldan giderek doğru
sonuca varılması beklenemez.
Kanal İstanbul açılır mı? Açılmaz mı? Bilmiyorum. Ancak şimdilik toplumsal zeminde
yaralar açarak ilerlediğimiz açıkça görünüyor. İlk kazması vurulup başlatılmış olan
aramızdaki kanalı el birliğiyle öyle derin kazıyoruz ki; nereden çıkacak toprak orayı
doldurmaya yeter? Bilmiyorum.