'LİYAKATLI' BASIN DANIŞMANLARI!

Tuncay DAĞLI

Geçtiğimiz günlerde burada, üst düzey yöneticilere, özellikle de belediye başkanlarına seslenerek, “otoriteyi sağlamak isterken beyinleri düşünmez etmeyin” başlığı altında bir yazı yazmıştım.
 
O yazımda “baştaki yöneticinin “disiplin” adı altında, beyinlere görünmez prangalar vurmaması gerekir. Bırakın insanlar özgür düşünsünler. Bırakın bazı şeyleri de başkaları bilsin. Hiç kimsenin, her konuda, her şeyi bilmesi mümkün değil. Ancak beyin fırtınası yaparak, tartışılarak ve önerilerde bulunularak yenilikler keşfedilebilir. Aksi takdirde hiç kimse, hiçbir şehir ve ülke bu şekilde bir adım öteye gidemez.
 
Korkan, tedirgin olan, stres ve baskı altında bulunan beynin fikir ve düşünce üretebileceğini hiç kimse beklememeli” demiştim.
 
Ve özellikle de danışman kadrosunda olan kişilerin gerçekten danışılacak kapasitede bilgi birikimi, tecrübe ve yetenekte olması, danışmanlığını yaptığı kişi ve kuruluşlara bu anlamda yön vermesi gerektiğini söylemiştim.”
 
Yazımı okuyan genç gazeteci arkadaşlarımdan biri telefonla aradı. Önce “abi eline sağlık, çok güzel bir yazı yazmışsın. Anlayan anlar, anlamayana sivrisinek saz..” dedi.
 
Sözünün devamını ben getirdim, “anlamayana davul zurna çalsan boş zaten.”

“Aynen öyle abi. Yalnız izninle sana bir konuda bir şey söylemek istiyorum. Biliyorsun sana saygım sonsuz. Gazeteciliğe yeni başladığım yıllarda bana çok emek verdin. Öneri ve yol göstermenle hem gazeteciliği sevdim hem de püf noktalarını öğrendim. Ancak şu an içimde öyle bir duygu var ki söylersem belki bana kızarsın ama söylemeden edemeyeceğim.”
 
“Sözünü kesip, “söyle” dedim. “Gazeteciliğin en önemli özelliği açık sözlülüktür. Bunu sana defalarca söylemişimdir. Kızarlar, bozulurlar diye insanlara doğruları söylemekten geri duracaksan, zaten bu işi yapma daha iyi.”



“Çok sağol abi. Zaten senin bu cesaretlendirmelerin sayesinde şimdi bu durumdayım. Yoksa en baştan bırakırdım.”
 
“Teşekkür ederim, fazla abartma istersen. Ben sana yolu gösterdim, sen yürüdün. Bir kapı açtım, sen devam ettin. Ben bugüne kadar öyle çok arkadaşıma yol gösterdim ki, ama çoğu adım atmaya korktu, içeri girmekten ürktü. Gazetecilik cesaret işidir.”

“Haklısın abi.”

“Eee, sen bir şey söyleyecektin yarım kaldı.”
 
“Ha, evet abi. Yazınla ilgili bir şey söylemek istiyorum. Şu danışmanlık meselesi.
 
“Evet. Danışmanlık teklifi falan mı aldın yoksa?”

“Yok abi. Şimdilik işimden memnunum. Zaten danışmanlık yapanları da gördükten sonra..! Yaparsam böyle gazetecilik yaparım, yapamazsam da bırakırım. Ama diyeceğim şu; Sen, danışmanlar düşünsün, fikir sahibi olsun, proje üretsin diyorsun. Uzmanı olduğu konuyla, mesleğiyle ilgili düşüncelerini korkmadan söylesin diyorsun ama.. Nerde var abi böyle danışmanlar?
 
Adamlar yanlış bir şey söylerim de, işimden olurum diye ağzını açmıyor. Başlarını oturdukları masanın altına sokup, beni görmesinler, bir şey demesinler diye düşünenler var. Bir şey sorsan, bir konuda fikrini almaya kalksan, başıma bir şey gelir deyip, hemen başkasına pas atıyorlar. Yani sen güzel diyorsun, iyi diyorsun da, eş, dost, akraba, amca, dayı torpiliyle iş bulan insandan danışman mı olur, abi? Sana daha ne anlatayım ki?”

Genç gazeteci arkadaşım sahada çalıştığı için olan biteni benden daha iyi görebiliyordu.

“Demek ki değişen bir şey yok. Bu yeni bir şey değil ki. Eskiden de böyleydi. Ben de kendimce bir şeyler değişsin diye yazıp, çiziyorum. Ama anladığım kadarıyla daha da kötü olmuş. Ne yapalım, kendine “liyakatli” danışman atayanlar düşünsün. Liyakat; layık olmaktan, bir yere, bir işe yaraşmaktan gelir. Yani yetenekli ve yeterli olmak lazım. Anlıyorsun sanırım.”

“Anladım abi. Ben anladım da…!”