Gazeteci-yazar Tuncay Dağlı ile öykü yazarlığını konuştuk

Gazeteci yazar Tuncay Dağlı ile öykü yazarlığı üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik. mansetturkiye.com köşe yazarı Dağlı, 'Son yıllarda sanki yazar yazmaya, okur okumaya korkuyor" diyor.

Gazeteci yazar Tuncay Dağlı kendisiyle öykü yazarlığı üzerine gerçekleştirdiğimiz söyleşide, “Son yıllarda gazetecilikte olduğu gibi yazarlıkta da insanı üzen, yazmaktan soğutan olaylar olduğundan; yazarla, okur arasına buzdan bir duvar girmiş gibi. Sanki yazar yazmaya, okur okumaya korkuyor. Ancak her ne olursa olsun yazar yazmaktan, okur okumaktan vazgeçmemelidir. Ülkemizin, milletimizin, tüm dünyanın modern, insani değerleri yüksek bir yaşam sürmesinin tek yolu budur” dedi.
Dağlı, öykü yazarlığı ile ilgili olarak da, “Gazetecilik yaparken gün boyu haber peşinde koşar, akşam gazete bürosunda haberlerimi yazıp, teslim ettikten sonra bir iki saat daha kalıp, o gün karşılaştığım ilginç olayları ya da haberlerimin perde arkasını öyküye dönüştürürdüm. Bu da bendeki yazarlık yeteneğinin gelişmesine ve içimdeki yazma isteğinin yer etmesine neden oldu” diye konuştu.
Bugüne kadar öykü, roman, şiir, deneme ve gazetecilik dallarında 18 kitabı yayınlanan Tuncay Dağlı, otobiyografik olarak yazdığı “Zor Yıllar” ve “Dün” adlı romanlarında kendi yaşamını ele aldı. Halen yaşam zincirinin son halkalarını kaleme aldığı romanıyla hayat hikayesini tamamlayacağını belirten Dağlı, “Bu arada yeni öyküleri edebiyat dünyasına kazandırmaya devam ediyorum” dedi.



İzmir, Adana, İstanbul ve Muğla’da belli aralıklarla hem gazetecilik yapıp hem de yazarlığı sürdüren Tuncay Dağlı, bir yıldan beri gazetemiz manşettürkiye.com’da köşe yazarlığı yapıyor. Yazı konularını genellikle hayatın içinden seçen Dağlı, gerçekçi bir bakış açısıyla okurlarına ışık olmaya çalışıyor.
İlk öykü kitabı olan “Başkanlık Tutkusu”nu 1998 yılında yayınlayan Tuncay Dağlı, ardından “Yol Parası”, “Koltuk Düşkünü”, “Morgdan Dünya” ve “Çekme Lan” adlı öykü kitaplarını edebiyat dünyasına kazandırdı. Çocuklar için kaleme aldığı “Ali’nin Gemileri”, “Sarıyer’in Çocukları” ve “Kuzenim Tombalak” adlı öykü kitaplarıyla da küçük okurlarıyla buluştu.
Dağlı, romanlarında da gerçekçilikten sapmadı. “Bana Hep Seni Seviyorum De” adlı romanında ülkemizde kadına uygulanan şiddet ve töre cinayetlerini ele alırken, “Dedemin Gözyaşları”nda ise Yemen Gazisi dedesinin trajik yaşam hikayesini yazdı.
Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu bir gazeteci-yazar olup, mesleğini hakkını vererek yaptığını belirten Tuncay Dağlı, haberlerinin yalnızca gazete ve televizyonlarda yayınlanmasıyla yetinmediğini söyledi. Dağlı, “Her haberin bir öyküsü vardır. Ben haberimi yazdıktan sonra olayın farklı yönlerini de ele alıp, başka bir bakış açısıyla birer edebi esere dönüştürdüm. Hemen hemen öykülerimin tamamını bu şekilde yazdım” dedi.


 
YAZACAĞIM DEMEKLE HİKAYE YAZILMAZ
Öykülerinde yaşamın trajikomik yönlerini konu olarak ele alıp, hem güldürüp, hem de düşündüren hikayeler yazan Dağlı, öykü yazarlığıyla ilgili olarak şunları söyledi:
Bazı kişiler hayatında çok olaylar yaşadığını, başından çok şeyler geçtiğini, bir gün bunları yazacağını söyler. Bazıları ise “hele bir kafam rahatlasın, yazacağım o kadar şey var ki” diye konuşur. Bazıları da “kafamda toparlıyorum, zamanı gelince hepsini yazacağım” der ve o zaman hiçbir zaman gelmez.
Çünkü yazmak da tıpkı okumak gibidir. İçinden gelmezse ne bir kitap okuyabilirsin ne de tek satır yazı yazabilirsin. O satırları okumak ya da yazmak için içinde bir istek olmalı. Okuyacağın kitap, yazacağın yazı, seni kendine çekmeli. Edebiyat, “yapacağım” demekle yapılmaz. Ve kitap okumayan, hayatı dolu dolu yaşamayan, gündemi takip etmeyen kişiler de zaten kendilerine yazacak bir şey bulamaz.
İnsan yazdığı bir yazı ile öykü ya da romanla okuyucuya mutlaka bir mesaj vermeli. Bilgilendirmeli, aydınlatmalı. Kendi kendini tatmin için, yani yazmış olmak için yazılan hikayeler, kitaplar rafları doldurmaktan başka bir işe yaramaz.

HABERLERİMİN ÖYKÜSÜNÜ EDEBİ ESERE DÖNÜŞTÜRDÜM
Aktif gazetecilik yaparken gün boyu haber peşinde koşar, akşam gazete bürosunda haberlerimi yazıp, teslim ettikten sonra bir iki saat daha kalır, o gün karşılaştığım ilginç olayları ya da haberlerimin perde arkasını öyküye dönüştürürdüm. Bu da bendeki yazarlık yeteneğinin gelişmesine ve içimdeki yazma isteğinin daha fazla yer etmesine neden oldu.
Bir söz, bir davranış, bir olay bana öykü yazmak için ilham verdi. Bazen yolda yürürken, bazen yemek yerken, bazen de kafamı yastığa koyduğum anda beynime üşüşen hikayeler, “beni de yaz” demeye başladı. Yazmadığım takdirde rahatsız oldum. Çünkü o hikaye konusunu beynimden silip atamıyordum. Ne zaman ki yazıp, arşivime alıyordum, o zaman o öykünün baskısından kurtuluyordum. Bu aynı zamanda beynimin deşarj olmasını sağlıyordu. Aksi taktirde kafamın içinde dönüp duran satırlar, beni yoruyordu.
Yazara ilham veren bir diğer olay ise, daha doğrusu yazmaya teşvik eden durum, okurlarıyla buluşabilmesidir. Yani yazdığının okunması, okunup, değerlendirilmesi ve eleştirilmesidir. Bu, yazarla okurun karşılıklı diyaloğunu sağlamakta, yazarı yeni eserler vermeye teşvik etmektedir.



YAZAR YAZMAKTAN, OKUR OKUMAKTAN VAZGEÇMEMELİDİR
Ancak son yıllarda gazetecilikte olduğu gibi yazarlıkta da insanı üzen, yazmaktan soğutan olaylar olduğundan; yazarla, okur arasına buzdan bir duvar girmiş gibi. Sanki yazar yazmaya, okur okumaya korkuyor. Oysaki hem yazmak hem okumak insan beynini geliştiren bir eylemdir. Yazabilen kişi bir konuda mutlaka bilgili, tecrübeli ve birikimlidir. Bu özelliklere sahip olmayan zaten yazamaz. Okuyucu da her okuduğu kitaptan bir şey öğrenen, yolu giderek aydınlanan, yaşamın gereklerini daha iyi kavrayan bir kişiliğe bürünmektedir. Kısacası gelişmekte ve değişmektedir. Gelişmenin ve değişmenin önünü kesmenin en kısa yolu da okuma ve yazma olayını ortadan kaldırmaktır. Bunun için her ne olursa olsun yazar yazmaktan, okur okumaktan vazgeçmemelidir. Ülkemizin, milletimizin, tüm dünyanın modern, insani değerleri yüksek bir yaşam sürmesinin tek yolu budur.

PANDEMİ TÜM KÜLTÜREL ETKİNLİKLERİ DURDURDU
Bana gelince, içimdeki yazma isteği son günlerde yeniden alevlenmiş durumda. Özellikle de öykü yazmaya yeniden ağırlık verdim. Pandemi dolayısıyla eve kapanmak, yazmak adına bir yerde iyi oldu ama insan sosyal ve kültürel yaşamdan kopunca yazacak bir şey bulamıyor. Belki bilimkurgu yazarı olsam ya da tüm yazdıklarımı hayalden uydursam sorun yaşamam ama ben yazılarımın, öykülerimin konusunu gerçek yaşamdan alıyorum.
Aslında kırk yıla yaklaşan gazetecilik yaşamımda karşılaştığım olayların, yazdığım haberlerin öyküsünü yazsam ömür yetmez. Ama birçok şeyde olduğu gibi yazma konularını da güncellemek gerekiyor. Özellikle genç nesille diyalog kurmak, onları kazanmak adına yakın geçmiş zamanı veya bugünü, bu günlerde yaşanan olayları ele almak daha ilgi çekici oluyor.
Fakat ortada yazar ve okuyucu açısından büyük bir sorun var ki o da; hem gazetecilik, hem televizyonculuk hem de yazarlıkta etki-tepki meselesi kaybolmuş gibi bir durum söz konusu. Diyaloğun yerini monolog almış gibi. Her şey tek taraflı kalıyor. Kendin söylüyorsun kendin dinliyorsun, kendin yazıp kendin okuyorsun sanki. Aşçı her gün yaptığı yemeği satamayıp, hepsini kendisi yerse, yaptığı işten keyif alır mı? Almaz. Aynen öyle.
Ancak şöyle bir durum da var; aşçı yemekleri satamaz ya da yiyecek birilerini bulamazsa, dökmek zorunda kalır. Neyse ki bir yazar için böyle bir risk yok. En azından yazıp, arşivleme, fırsatını bulunca okuyucuya ulaştırma imkanı bulunuyor.
Bu arada kitap bastırma ve yayımlamanın maliyetli olması da yazarlar açısından oldukça büyük bir sorun teşkil ediyor. Bu konuda ülkemizde maalesef ki yazarları yazmaya teşvik edici yeterli bir destek yok. Yayınevleri zaten kendini kurtarma derdinde. Güncel birkaç yazarın dışında, öteki yazarların kitapları raflara bile koyulmuyor. Zaten pandemi nedeniyle tüm kültürel etkinlikler de bir yılı aşkın bir süredir iptal edilmiş durumda. Ne bir edebiyat günleri, ne imza günü ne de kitap fuarları yapılıyor. İnşallah bugünler de geçer, bizler de okuyucularımızla yeniden buluşuruz.”
***
Gazeteciliği yazarlıkla bütünleştirip, haberlerini aynı zamanda birer öyküye dönüştüren Tuncay Dağlı, bazı öykülerini kendine ait youTube kanalından sesli olarak da anlatıyor. Gazeteci-yazar Tuncay Dağlı’nın haberi öyküye dönüştürdüğü hikayelerinden birini sizlerle paylaşıyoruz:



EŞEĞE TERS BİNEN MİLLETVEKİLİ ADAYI!
Doksanlı yılların başıydı, milletvekili adaylarından biri seçim propagandası için kafayı Nasrettin Hoca fıkralarına takmıştı. Her gün bir fıkranın içeriğine uygun olarak malzeme topluyor, sonra gazetecileri çağırıp fotoğraflar çektirerek, iktidar partisine yönelik eleştiri ve tenkitlerde bulunuyordu.
Bir gün bakıyoruz tabutların üzerine siyah örtüler örtülüp, Nasrettin Hoca’nın sözleri yazılmış, bir gün bakıyoruz büyüklü küçüklü tencereler getirilmiş, kazan öldü fıkrasına uygun söylemler yapılıyordu. Başka bir gün de kocaman bir kazan göl olarak kabul edilip, kavuklu biri elindeki kepçeyle kazana yoğurt mayası döküyor, “Ya tutarsa” diyordu.
Yapılan mizahi propaganda da büyüklü küçüklü gazetelerde günü birlik yayınlanıyordu. Tabii yapılanlar yayınlandıkça milletvekili adayı da coşuyor, Nasrettin Hoca’nın fıkralarını gerçek yaşama uyarlıyordu.
Sonunda sıra Hoca’nın eşeğe ters binmesine geldi. Ancak seçim yasakları devam ettiğinden propagandalar sadece kapalı mekanlarda yapılıyordu. Ve partinin il merkezi de beş katlı bir apartmanın çatı katındaydı. Ön tarafında genişçe bir teras vardı. Yani eşeğin beşinci kata çıkarılması gerekiyordu.  
Olay günü milletvekili adayının basın danışmanı tarafından davet edildiğimiz yere erkenden gittim. Diğer gazeteciler de birer ikişer gelmeye başlayınca, milletvekili adayı, “Getirin eşeği” dedi.
Partililerden biri arka sokaktaki elektrik direğine bağlı bekleyen eşeği ipinden çekerek getirdi. Eşeği görenler ilginç bir şey olacağını anlayıp, kalabalık oluşturmaya başladı. Bir kişi eşeği ipinden çekerken, birkaç kişi de arkasından itekleyip, apartmanın kapısından içeri sokmaya çalışıyorlardı. Ancak nafile çabaydı bu. Eşek ufak tefekti ama güçlüydü. Bu yüzden içeriye bir türlü sokulamıyordu.
İçerisi karanlıktı. Ve biliyordu ki karanlık yerlerde başına olmadık işler gelebilirdi. İşin ucunda kelleyi kaybetmek bile vardı.
O zamanlarda belediye zabıtaları her gün operasyonlar yapıyor, şehrin kenar mahallelerinde, ya da kırsal yerlerde at, eşek kesenleri yakalıyordu.
Eşek tecrübeliydi, ahırdan gidenin bir daha geri gelmediğini çok iyi biliyordu. Bu nedenle ön ayaklarını öyle bir şekilde yere çakmıştı ki, değil kapıdan sokmak, yerinden oynatmak mümkün değildi.
Peki şimdi ne olacaktı?
Milletvekili adayı seyrediyor, gazeteciler yaşanan her anı fotoğraflıyordu. Meraklı kalabalık ise eşeğin inadının mı yoksa eşeği siyasi propaganda malzemesi yapanların mı galip geleceğini sabırla bekliyordu.
Bu arada kalabalıktan yardıma gelenlerden bazıları, eşeği arkadan ittirenlere destek veriyordu ama nafile, eşek inadı diye bir şey vardı.
Tamam, hadi eşek içeriye girdi diyelim, beş kat merdivenleri nasıl çıkacaktı? Takır tukur basamakları saya saya çıkarmak mümkün müydü koskoca hayvanı? Kesin yolda geri kaçar, arkadan gelenleri de ezer geçerdi.
Milletvekili adayı sabırsızlanıp, “Hadi arkadaşlar zorlayın biraz, kapıdan geçsin yeter, yukarıya asansörle çıkartırız” dedi.
Hoppala!!!. Adam, eşeği asansörle çıkarmayı düşünüyordu. Olacak şey değildi. Zaten asansör kabini de küçücük bir şeydi. Eşeğin sığması mümkün değildi. Hadi sığdı diyelim. Yanına da düğmeye basmak için bir adam binmesi gerek. Peki ya yarı yolda eşek huysuzlanıp, adamı çiftelerse. Bunu düşünen kimse yoktu.
Partililerden biri akıl verdi;
“Eşeği asansöre bindirip, kapıyı kapatırız. Beşinci kattaki arkadaşlardan biri düğmeye basıp, çağırır. Böylece asansör yukarıya çıkmış olur.”
Düşünebiliyor musunuz, eşek asansörle yukarıya çıkacak, yukarıdaki kişi de kapıyı açıp, “Buyurun, biz de sizi bekliyorduk” diyecek. Ya da o sırada apartman sakinlerinden biri üçüncü katan asansörü çağıracak, eşek içindeyken asansör üçüncü katta duracak, adam kapıyı açıp, karşısında bir eşeği görünce, evden yana seslenip;
“Hanım hanım, gel hele gel, asansörde bir eşek var, kime gelmiş acaba?” diyecek.
Kapı açılınca eşeğin anırdığını ve tüm apartmanın sesten inlediğini hayal edebiliyor musunuz?.
Hadi eşeğin beşinci kata çıkarıldığını düşünelim. Tam olay anında fotoğraf makinelerinin flaşları patlayınca ya da kalabalıktan ürken hayvan kaçıp, terası çevreleyen alçak duvardan atlamaya kalkarsa ne olacak?
Ertesi gün gazetelerde şöyle bir haber;
“Beşinci kattan başlarına eşek düşen iki kişi öldü”
Bunların hepsi hayal ama o an gerçek olabilecek bir durumdu. Yeter ki eşek kapıdan içeriye girsin.
Neyse ki biri kulağından, biri kuyruğundan çekip, ittirip kaktırsalar da eşek apartmana girmedi.
Sonunda milletvekili adayı, eşeği apartmanın çatısına çıkartmaktan vazgeçti.
“Ben kaldırımda eşeğe ters bineyim, siz de hemen birkaç poz fotoğraf çekin, kimse görmeden işi bitirelim, yoksa ceza yeriz”, dedi gazetecilere.
Öyle de yaptı. Alkışlar arasında eşeğin üzerine ters bindi. Bir kişi eşeğin ipini çekti, beş on adım ilerlediler. O ara fotoğraflar çekildi. Olay bitti. Biz de haberi yazmak için bürolarımıza döndük
Sonunda ne mi oldu?
Eşeği beşinci kata çıkarmaya kalkışan milletvekili adayı amacına ulaştı ve Nasrettin Hoca fıkralarıyla propagandasını yapıp, seçildi.
Eşeğin akıbetini ise bilmiyorum!