​​​​​​​Yazılan bizim öykümüz

    Mustafa Şahin’in Yapı Kredi Yayınları arasında yayınlanan ilk öykü kitabı ‘Gömleği Yalnız’dan bahsedeceğim.

    ​​​​​​​Yazılan bizim öykümüz
    03 Haziran 2020 - 18:02
    Gündüz YAVUZ'un kaleminden

    Türkiye’de güçlü bir öykü damarı var. Bu açıdan kendimizi şanslı saymalıyız. Biliyoruz ki; yazılan öykülerin açık ya da gizli kahramanları bizleriz.
    ‘Öyküsü yazılan bir ülke’ olmak da önemlidir. Yaşanıp giden hayatın hızı, günü gününe, soğukkanlı analizler yapmaya izin vermez. Akreple yelkovan koşturur da ertesi günün gündemine geçilir. Bireysel yürüyüşler, toplumsal dönüşümler ve diğerleri hak ettikleri kadar yorumlanmayınca, yarına yeterince hazırlık yapılmadan geçilmiş olur. 
    Öykü zamanın gergefini ömrümüzün duvarına asar da, oraya yaşadıklarımızdan kesitler yansıtır. Duygularımızı yeniden inşa eder, sözlerimizi hatırlatır, bakışımızı yeniler. Bize hayatımızın söküklerini keşfetme imkanını sunar.
    Buradan Mustafa Şahin’in Yapı Kredi Yayınları arasında yayınlanan ilk öykü kitabı ‘Gömleği Yalnız’a uzanabiliriz.
    Zira Şahin’in öyküleri tam da bu türden. Yazar ile okuyucuyla yani bizimle mesafesizce yan yana. Anlıyoruz ki; yazar bir yakınımız. Ve metnin içine girip biraz ilerleyince fark ediyoruz ki; yazar bizi yazmış. Sadece eşkalimizi değil, içimizi, dışımızı, yürüyüşümüzü, duruşumuzu… Kendi kendimize mırıldandıklarımızı, döne döne tekrarladıklarımızı…
    Sormaktan bir an geri durmuyor. Kendisini de, okuyucusunu da sorguluyor.
    Hesaplaşmayı bütün yönlerde en uçlara kadar götürüyor. Kendi büyük aynasından yonttuğu boy boy aynaları serpe serpe yürüyor. Arada bir durup sesleniyor: “Herkes bulsun aynasını…! Herkes sevsin aynasını…!”
    ‘Önce Söz Yandı’ kitaptaki öykülerden biri. Başlığındaki hüküm ilgimi çekmişti de yangından geriye kalanı merak etmiştim. İlk onu okudum.
    Öykü bir büyük tespitle başlıyor: ‘Sözcüklerin bittiği yerde yeniliyoruz.’ Belli ki yazar sonda söyleyeceğini başta söylemiş.
    Hemen arkasından ‘yoklar listesi’ çıkarıyor ve kayıplarımızı sıralayarak devam ediyor:
    Uyku yok. Rüyalarımız yaşamaktan daha yorucu. Rüyalarımız uçurum, yaşamaklar daha da uçurum. Bir çift kelam edecek kimse yok. Zaten kelam da yok.
    Yerimizden ediyor bizi yazar, alıp başka bir yere götürüyor. Sarı sıcak bir bozkırın ortasındayız. Etrafımızın kuruduğunu hissediyoruz. Şaşkınlığımız geçmeden, her açıldığında tatlı tatlı ayrıştığımız bir konuyu açıyor. ‘Önce yol, sonra yoldaş’ mı? Önce yoldaş, sonra yol’ mu? Cevabı kendisi veriyor: “Şimdi ikisi de yok.”
    Hangisine yanacağımızı bilmediğimiz bir aralıkta sendeleyip düştüğümüzü fark ediyoruz. “Sözümüz var!” diyerek geldiğimiz yerden ‘sözsüzlük’ uçurumuna yuvarlanmışız. Sözcüklerin anlamları yitmiş. Sözcüklerin karşılıkları yok. Sözlüklerden de umut kalmamış. Üstelik sorun geçici değil, kalıcı.
    Yazar konuyu tam toparlıyorken, Kafka’nın Gregor Samsa’sı görünüyor odada. Gidip çekyatın altına saklanıyor. Hay aksi! Nerden çıktı şimdi Gregor Samsa? Burada ne işi var?
    Biz onun bütün telaşının mesaiye yetişmek olduğunu bilirdik? Öyle öğrenmiştik. Nasıl oldu da yolu buraya düştü? Yoksa Kafka’dan kaçtı da, kendisine yeni bir hikaye mi arıyor? Yoksa bu bizim Gregor mu? Bizim Samsa mı?
    Sonra söz’den göz’e geçiyor yazar. ‘Söz’ümüzün yokluğundan gözümüze perde inişini anlatıyor. Artık görmekten aciziz, bakacağımız istikameti kaybetmişiz.
    O da ne? Bir deprem! Kütüphanemizin altındaki fay hatları kırılmış… Kitaplar birer ikişer raflardan düşmeye başlıyorlar. Kendi aramızda “Dosto” dediğimiz Dostoyevski.
    Klasikler… Ve diğerleri… Dili sürçüyor da yazarın “İlahi Dante” diyor. O da düşmüş. Hayy Bin Yakzan, hatta Faust… Fuzuli Divanı, Mahzen-i Esrar bile… Kitaplarımız alt üst oluyorlar. Sayfalar karışıyor birbirine. Kafamız karışıyor.



    Öykü bir ırmak oluyor, coşarak, çağlayarak, başını taşlara vura vura, savrularak, çırpınarak akıyor. Önüne kattığı her şeyi sürüklüyor. Kitaplarla birlikte sözlerin, sözcüklerin, sözlüklerin şehirdeki hayatları sona eriyor. Hep beraber kaçıyor, şehri terk ediyorlar. Sözcük dediğin bir adam. Adam dediğin biz. Evet, büyük harflerle: BİZ.
    BİZ’i perdeye düşmüş SON yazısı yerine okuyoruz. Eksilen sözcükler, eksilen BİZ ve SON.
    Öykü bitiyor, film sona eriyor. Üzerimizde hafif bir yorgunluk.
    ‘Gömleği Yalnız’ bir dil şenliği, bir anlatı festival, geniş zamanlardan ve geniş bir coğrafyadan derlenen bir büyük ziyafet sofrası. Ben bir öyküsünden ‘tadımlık’ aktarmış oldum. ‘Gömleği Yalnız’ kitapçıların raflarında okuyucularını bekliyor.
    Kitapta oniki öykü var: Hiçbir Nisan, Kapandım, Refüj, Gömleği Yalnız, Kördüğüm, Önce Söz Yandı, Sayın Efendim, Emret Toprak, Düzelü, Benzinsiz, Gönül, Buradan Gidiyorum.
    Başlarda, bir ‘yan etki’ olarak içiniz biraz kasılabilir. Endişelenmeyin. Geçecek, ardından aradığını bulmanın ferahlığı ve bir düzlüğe ulaşmanın genişliği gelip sizi bulacaktır. Bir umut kapısı aralanacaktır.
    İyi ki iyi öykücülerimiz var ve her şeyin uçuştuğu bu çağda, biz onların yazdıklarına tutunabiliyoruz.

    YORUMLAR

    • 0 Yorum