TAŞRANIN KIZ KARDEŞLERİ

İsmail SERT

 
Emin Alper’in son filmi ‘Kız Kardeşler’i gecikmeli olarak izleyebildim. Dolayısıyla yazı da gecikmiş sayılabilir.
‘Kız Kardeşler’ taşrayı anlatan Türk filmleri arasında en üst sıralara yazılmayı hak ediyor. Alper senaryosunu iyi yoğurmuş. Çok yalın bir dille anlatmayı, kamerasını adeta unutturarak şahitlik yapmayı da başarmış. Abartmadan, süslemeden akıtmış filmini.

Sert tabiatın ortasında, unutulacak uzaklıkta, yolları çok çetin bir dağ köyündeyiz. Ne yana baksan kaya, ne yana el atsan boşluk.
Sıkışmış hayatlar var o köyde. Hiç kimse yaşadıklarından, payına düşenlerden memnun değil. Yaşlıların içlerinde kuruttukları özlemleri, yeni nesillerde yeşil bir umut olarak görünür yerde duruyor. Amaç: ‘köyden kaçıp kurtulmak’. Ancak kimse için çıkış yok. Üstelik bir zamanlar her nasılsa uzaklaşanları geri çağırmış köy.

Hikayenin ortasında bir aile var. Bir baba ve üç kızı. Belli ki; evin annesi ölünce yeri doldurulamamış. Üç kızın üçü de köyün ötesindeki kasabaya gitmişler ve hayatları boyunca taşıyacakları yaralar alıp dönmüşler köye.
Köy küçük. Çoğu kez bilmiyormuş gibi yapılsa da herkes her şeyi biliyor. Yeni olanı da anında öğreniyorlar. En zayıf karakter Çoban Veysel dahi, dayanılmaz ve mesnetsiz bir özgüvenle “biz öğreniriz” diyor.
Ve zamanlı zamansız uç veren cinsellik. Tabiatta gördüğümüz kayaların en büyüğü, en ağırı cinselliğin üzerine kapatıldığından, her fırsatta kontrolsüzce ortalığa saçılıveriyor. Veysel’de küfür olarak, Reyhan’da konuşma cesareti ve harekete geçme özgürlüğü olarak, Nurhan’da küçük tecrübelerinden türettiği bir büyük merak olarak…

Filmin anlatım başarısının yanında oyuncu seçimlerindeki isabet de olağanüstü. Evin damadı Veysel, sanırsınız gerçekten o köyde bir çoban. Nasıl ‘Taksi Şoförü’ filminde Robert De Niro’yu gerçek hayatında da aynı işi yapan biri olarak benimsemişsek ve seyrederken dalıp gitmişsek; çoban Veysel de öyle. O derece yani.
Baba Şevket o köyün taşına, toprağına, ağacına baka baka, onların rengine ve kokusuna bürünerek yaşamış ve yaşlanmış biri sanki.
Doktor, okumuş doktor olmuş, ancak çok da uzağına gidememiş köyün. Haliyle, tavrıyla halen orada yaşıyor. Özlemleri bile köyünün havasına, suyuna dair. “Buraların havası içirtiyor” derken, “üstelik o kadar içersin de hiç sarhoş olmazsın, yürür gidersin” derken köyünü biricik yapıyor ve oradan indirmiyor.

Filmin dar kadrosunun yan kahramanlardan biri ismini bilmediğimiz, sesini duymadığımız köyün deli kızı. Belli ki kimseye zararı yok. Kendi halinde yaşıyor. Belki de bir tek onun hayatının iniş çıkışları, dalgalanmaları yok. Ancak o da etrafındakilerin hayatlarının yuvarlanıyor olmasına uyum sağlamak üzere, durmaksızın taklalar atıyor. Onun bir farkı ve üstünlüğü var: diğerlerinin aksine takla atıp neşeleniyor. Düz takla atmaktan sıkıldığında ters takla atarak hayatını renklendiriyor. Metaforik açımlamayı ilerleterek; düz taklayı kasabadan köye, ters taklayı köyden kasabaya yuvarlanış olarak kodlayabiliriz.
Emin Alper kamerasını yerinde, kararında kullanmış. Her şeyi göstermek için çabalamamış. Gösterilemeyecek kadar trajik olanın uzağına kaçırmış kamerasını. En yüksek patlamanın yaşandığı sahnede, Veysel’in herkes adına cinnet geçirdiği o anı göstermemeyi tercih etmiş. “Kamera odanın içinde kalsın da ben gölge oyunu oynayayım” da dememiş. Ve sadece en tizinden bir çığlıkla aktarmış olan biteni. Çok da iyi yapmış. Bizzat göstermekten fazlasına ulaşmış.

Filmin sonunda Veysel’in finalini net görüyoruz. Lafı dolandırmadan söyleyen, hakikatle yüzleşmeye cesaret eden Veysel, en sert tepkiyi kendi bedeni üzerinden veriyor. Bir de belki babasından duyduğu masalı bir türlü anlatamayan Şevket babanın geldiği nokta net. Masala başlamanın ilk eşiğine çıkmasına izin verilmiyor bir türlü. Masal anlatmaya başlama oyununu oynamak için kızlarının hiç birini ikna edemiyor. Hayatın ağır gerçekliği masalı acımasızca eziyor. O eziklikten küçüklü büyüklü parçalar dağılıyor herkese. Herkes kendi yarasına eğiliyor.

Türk toplumunu iyi etüd etmiş Emin Alper. Daha doğru ifadeyle; Türkiye’nin taşrasını tüm açık ve gizli yanlarıyla iyi analiz etmiş.
Bir film hem seyir zevkiyle, hem bir sosyoloji metni okur gibi seyredilir mi? Seyredilirmiş meğer. Eline sağlık Emin Alper.