KURTARMA İYİ, HAZIRLANMA PEK DEĞİL

İsmail SERT

Cemal Süreya’dan uyarlama bir başlık bu. Depremin öncesini, sonrasını konuşurken
hatırladım. O, “aritmetik iyi, kuşlar pekiyi” demişti.
Deprem olup bittikten sonra iyiyiz. Yardıma koşarken, seferber olurken, el ele verirken,
kendi canımızı tehlikeye atıp kurtarma çalışmalarına katılırken, sarıp sarmalarken, acıyı
paylaşırken iyiyiz.
Kurumlarımız, kuruluşlarımız da iyi. Ekiplerimizin sayısı da, becerileri de arttı. Hızlı
organize oluyorlar. Görevlerini, sorumluluklarını biliyorlar. Yılmıyorlar. Canla başla,
çalışıyorlar.
Ancak deprem öncesinde o kadar değiliz. Deprem ülkesi olmamıza rağmen, ders
çıkarmada, hazırlanmada, tedbir almada pek iyi değiliz.
Hadi binayı yıkıp yeniden yapamadık. Sağlamlaştırılması için harekete geçebiliriz.
Diyelim ki o da bizi aştı. O zaman muhtemel depremde devrilebilecek, devrilmesi tehlike
oluşturabilecek eşyaları duvara sabitlemek de mi zor!
Deprem kendisini sürekli hatırlatıyor, biz her defasında unutmaya meylediyoruz. Başka
tarafa bakıyoruz. Önceliklerimizi olması gerektiği gibi sıralamıyoruz. “Depremle
yaşamaya alışmalısınız!” uyarılarını yanlış anlıyoruz. Alışkanlıklarımızla yaşamaya
devam ediyoruz.
Ta ki deprem oluncaya kadar. O dakikadan itibaren kalbimiz deprem noktasında atmaya
başlıyor. Elazığ’da, Sivrice’de, Sürsürü’de, Çevrimtaş’ta, Malatya’da, Doğanyol’da…
Deprem binaları sarsarken nerede olursak olalım, biz de sarsılıyoruz.
Bir kadın kazak örmeye başlıyor hemen o gece. O kadar kendisi biliyor ki; elindekinin
ulaşacağı kişiyi, kendine bakarak ölçü alıyor. Bunu fark edince şaşırsa da hızını
kesmiyor. Sabaha kalmadan bitiriyor.
Maçta topyekun bir tribündeki taraftarlar, üşüyen birini görüyorlar karşılarında. Adını
Elazığ koyuyorlar da “Elazığ üşüme” diye bağırıyorlar hep bir ağızdan. Atkı yağdırıyorlar
sahaya. İhtiyaç sahibine ‘bir şekilde’ ulaşacağından hiç şüphe duymuyorlar.
Elden ele yardımlar toplanıyor. Neredeyse kendiliğinden. Bir zarfın içinden bir miktar
para çıkıyor. Yanındaki notta hikayesi yazılı: ‘Karne harçlığı olarak vermiş babası.
Elinden başka bir şey gelmemiş. Sizi seviyorum diye de eklemiş.’
Karnesindeki ‘yardımlaşma’ notu zaten ‘pekiyi’ iken ‘çok yıldızlı pekiyi’ olanı bu çocuğu
hiç tanımıyoruz. Hiç de tanıyamayacağız. Termometre -10’u gösteriyormuş ya da daha
fazlasını… hava ısınıyor.
Mültecilerin arasından, adı Mahmud bir genç, tırnakları ile toprağı kazarak hiç
tanımadığı Dürdane Aydın ile eşi Zülküf Aydın’ı çıkarıyor enkazın altından. Sarılıp abla
kardeş oluyorlar, anne oğul oluyorlar. Birlikte ağlaşıyorlar.
Biz nasılsak, devletimiz de bize benziyor. İçişleri Bakanı buluyor Mahmud’u.
Cumhurbaşkanımız telefonda konuşuyor Mahmud’la. Sonra vatandaşlık veriliyor
Mahmud’a. Ailesini getirmesine izin çıkıyor.
İşini bilen, Kürtçe bilen, insanlığı da bilen UMKE görevlisi Emine, göçük altındaki ‘Azize’
ile konuşuyor. “Sen aşağıdaki herkesin annesisin.” diye sesleniyor aşağıya. Azize ondan
öğrendiği Kürtçe cümle ile yakınındaki depremzedeyi uyanık tutuyor. Dar zamanı
genişletiyor Emine, kolonu kımıldatıyor. Başarıyor. Enkaz üzerindeki bu dirençli
duruşuyla Emine’nin Türkiye’nin sapasağlam sütunlarından birini temsil ettiği
anlaşılıyor.
Ve anlatamadığımız diğerleri… Deprem sonrasındaki ‘biz’ böyleyiz. Çok şeyden şikayet
edip dururken, eksikler gedikler fazladan gözümüze batarken, bir felaket anında,
fazlasıyla güzel bir memleket olup çıkıyoruz.

Deprem sonrasındaki biz’i güzellerken, deprem öncesindeki ‘biz’i eleştirelim. Ancak çok
da acımasız olmayalım. Örnek mi? Depremin bu sıcak ortamında, haklı olarak
konuşulmasa da Elazığ’da ve Malatya’da 99 depreminden bugüne, depreme hazırlık
kapsamında çok iş yapılmış. Keşke biraz daha yapılsaydı.
Bir de: Türkiye’nin neresinde olursa olsun, yaşanan her depremden sonra, çizilen
tartışma fayı İstanbul’un olası depremine çıkıyor. İstanbul büyük şehir, İstanbul zor
şehir. Hizmetleri yutan şehir. Çok şey yapılsa da, geriye yapılacak yine çok şey kalıyor.
Çalışmalıyız. ‘Kurtarma iyi, hazırlanma daha da iyi’ oluncaya kadar…