ERGUVAN GÜNLÜĞÜ

İsmail SERT

Erguvan mevsimindeyiz. Savaş haberleri, enflasyon şikayetleri, göçmenler üzerinden kurgulanan karanlık gelecek senaryoları, seçim tartışmalarının azalmayan gürültüsü dört bir yanımızı sarsa da erguvan ağaçlarının çiçek açtıklarını fark edebiliriz.
‘Her şeye rağmen’ bunu yapabiliriz.
Uzun uzun seyredebilir ya da bir an durup bakabilir, selamlayabiliriz. Hiç olmazsa, erguvan zamanında olduğumuzu hissedebiliriz.
Erguvanın kökeni başka diyarlar olsa da en çok yakıştığı yer biraz Bursa, çokça İstanbul’dur. Özellikle de İstanbul Boğazı’nın iki yakası. Bazı bölgelerde o kadar yoğundurlar ki; oralarda adeta yeryüzüne inmiş erguvan rengi bir bulut görürüz. Süheyl Ünver’in “İstanbul'da mayısa neden “erguvan” demiyoruz?” diye bir sorusu bile vardır.
Kendiliğinden yetişir. Kış aylarında taş kesilmiş sertlikte bir çalı görünümündedir ve kederli bir hali vardır. Kendisinden umut kesen çok olur.
Ancak mayıs gelmeyegörsün bir renk cümbüşü olarak patlar. Gövdesi bile çiçeklenir de dalları görünmez olur. Yanından geçiyorsak yolumuzu keser, uzağındaysak neşesiyle, ışığıyla gözümüzü çeler.
Erguvan ağaçları baharın geldiğinin en esaslı belirtisidir. Çiçeklerinin rengini tarif etmeyi deneyeyim. Morun, pembenin ve kırmızının ortasında bir yerde. Hepsinden biraz almış. Morun buğulu bir tonu. Zaten tarih sahnesine ‘Bizans Moru’ adını alarak çıkmıştır. Pembeyle ilişkisi de pek içli dışlıdır. “İçine mavi katılmış pembe” diyorlar ki hayal etmeye kalksak zorlanırız. Uzaktan kırmızıya çalan bir yanı da vardır. Mayıs güneşinin bir eğimindeki ışığı ile buluştuğunda kırmızı görüyor da olabiliriz. Anlatılmaz, görülür, gösterilir bir renk işte: erguvan.
Renk faslını geçmeden bir not daha düşeyim; genç ağaçlarla yaşlı ağaçların çiçeklerinin renk tonlarının birbirinden farklı olduğu söylenir. Tabiattan bu ölçüde kopmamış olsaydık, erguvanlara bu bilgiyle bakabilir, gencini yaşlısından ayırabilir, ömrümüzün her döneminde hayatın renklerinin değiştiğini erguvandan öğrenebilirdik. Belli ki; o zenginlikleri kaybedeli çok olmuş.
Erguvan, rengi dolayısıyla mor salkımla ve leylakla akrabadır. Biraz evvel, biraz sonra da olsa, bu mevsimde üçü beraber görünürler. Bir sarmaşık türü olarak mor salkım, duvarlardan sarkmış haliyle, bir köşeyi döndüğümüzde birden karşımıza çıkıverir. Leylak, biraz daha uzanabileceğimiz yerlerdedir ve kokusuyla yakalar bizi. Çiçekçilerin tezgahlarını doldurur, vazolarımıza yerleşir, evlerimizi süsler. Erguvan bu üçlü arasında, güngörmüşlüğüyle ve çağrışımlarıyla en üst basamaktadır. Çiçeği ağacında açar ve ağacında solar. Elden ele dolaşmaz. Yerinde güzeldir. Kokusu da yoktur.
Bizans’tan sonra Osmanlı’nın da saltanat rengi olmuştur. İlle de bir benzerini bulacaksak: Royal Blue’nun bizdeki karşılığıdır. Osmanlı’yı tek bir fotoğrafla göstermek istersek, erguvan rengi bir kaftanı gözümüzün önüne getirebiliriz.
Başka bir karşılaştırma yaparak, gönül rahatlığıyla “Japonların sakurası varsa, bizim de erguvanımız var” diyebiliriz. Her ne kadar hayatımıza katamasak, mutluluğumuzun sembolü yapamasak da!
Erguvan ağaçları çiçek açtılar, ben İstanbul’dayım ve bugün benim doğum günüm. Uzun zamandır, doğum günüm sorulduğunda “erguvan zamanı doğmuşum” demediğimi bugün hatırladım. Her defasında “ömür dediğin, erguvan çiçeği kadar” derdim. O da unuttuklarım arasına karışmış.
Kelebeğin bir günlük ömrüne karşılık, erguvanın iki haftalık saltanatı epey uzun sayılır.
Kelebeğin ömrü, erguvan çiçeğinin ömrü, bizim ömrümüz…
Sıralama böyle mi? Hangisi kısa?, Hangisi uzun? Üst üste koysak, bir o yandan baksak, bir bu yandan… Tersinden sıralasak ne değişir? Bizim ömrümüz, erguvan çiçeğinin ömrü, kelebeğin ömrü…
Şair yetişsin ve desin diyeceğini;
“Bir erguvanlar vardı pembe mi desem deli mi desem
bu ümit olmasa içimde buralarda bir gün beklemem”