• Reklam
Murat YANKI

Murat YANKI


KLAUS SCHMİDT’İN ANISINA

20 Temmuz 2019 - 10:52

Bugün, Göbeklitepe’nin keşfini borçlu olduğumuz, entelektüel, dikkatli, şanslı ve büyük arkeoloğun ölüm yıldönümü. Kendisini saygı ve özlemle anıyor, Anadolu aşığı bir tercüman rehber olarak tarihin en büyük armağanı, benim de defalarca gezdirdiğim Göbeklitepe’yi bize sunduğu için teşekkür ediyorum.

klaus-schmidt.jpg

Bu yazıda Göbeklitepe’yi yazmayacağım. Onu zaten herkes yazıyor. Klaus Schmidt’ten de söz etmeyeceğim. Amacım daha ziyade Schmidt gibi değerlerin Anadolu topraklarında kazı yapmasını sağlayan, Osmanlı’nın son dönemindeki Alman-Osmanlı yakınlaşmasından söz edeceğim bir parça. Almanların Anadolu’daki arkeoloji serüveninden.

Almanların Anadolu’ya ilgisi 1870’lerde başlar. Dönemin imparartoru I. Wilhelm ve özellikle son derece zeki başbakanı Otto Von Bismarck ünlü ‘Drang Nach Osten’ yani ‘Doğu’ya açılım’ politikasını başlatırlar. Amaç, İngiltere ve Fransa’nın onlarca yıldan beri Ortadoğu’da ele geçirdikleri üstünlüğe rakip olarak Doğu’ya sızmaktı bir anlamda. Zira artık Avrupa’da sanayileşme dört nala gidiyordu ve bunun için gerekli enerji kaynakları da Ortadoğu’da bulunmaktaydı.

Bu işi başarmanın iki yolu vardı: İlk olarak Almanya madem bir demir uygarlığıydı, o halde o dönemin başlıca ulaşım ağı demiryolunu, üstün Alman tekniği ve malzemesini kullanarak inşa etmekti. Zira bu şekilde o dönemde develerle yapılan taşımacılığı yerine müthiş bir yol bulunacaktı. Zaten Avrupa’dan İstanbul’a demiryolu vardı. Bu yol Anadolu’ya, oradan da Basra ve sonrasında Mekke’ye kadar uzatılacak, böylece halife sultanın dinsel konusundaki hassaslığına da bir çözüm bulunacaktı. Bir taşla bir sürü kuş yani.

İlkiyle birlikte uygulanması gereken ikinci yol ise Doğu’ya tarih ve arkeoloji ile girmekti. Zira gerek Fransızlar gerekse İngilizler henüz 19. yüzyılın başında Mısır’dan itibaren işe öyle başlamamışlar mıydı?

Böylece hem üzerinde çalışılan topraklara bir kültürel katkı yapılacak, hem de bu konuda İngiltere ve Fransa’nın hayli gerisinde kalmış Almanya’da tarih ve kültür bilgi ve bilinci gelişecekti. Bu çok önemliydi, zira milliyetçilik fikrine dayanan yepyeni bir dünyanın ayak sesleri hissedilmekteydi.

Dönemin koşulları da bu amaca ulaşmak için siyasi açıdan olumluydu. Zira İngiltere ve Fransa ile yakınlık konusuna, geçmişteki deneyimler nedeniyle temkinli yaklaşan Sultan II. Abdülhamid bu hayal kırıklığının Almanlara yaklaşarak giderilebileceğini düşünüyordu ve özellikle 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı faciası sonucunda o dönemdeki ismi Prusya Krallığı olan Almanya’nın uzattığı eli tuttu.

İki büyük güç arasındaki yakınlaşmanın iki ürünü olacaktı. İlki Alman teknik üstünlüğünün simgesi Berlin-Bağdat ve Hicaz Demiryolu projesiydi ikincisi de tabii ki arkeolojik çalışmalar. Bu arkeolojik işler, her şeyin teknik ve bilgi olmadığının, daha fazlasının gerektiğinin artık anlaşıldığı modern dünyada Almanya’nın kültürel açıdan daha da zenginleşmesine de katkı sunacaktı ayrıca.

Bu amaçla ilk olarak Alman Arkeoloji Enstitüsü kuruldu. Bu enstitü, tüm çalışmaları koordine edecek, belge ve bulguları toplayacaktı.

Bu arada ilk kazıların, buluntuların yurt dışına götürülmesine onay veren eski Osmanlı Asar-ı Atika Nizamnamesi temelinde yapıldığını ayrıca belirtmek gerekir. Zira 1884 yılında Osman Hamdi Bey’in katkılarıyla daha yeni bir nizamname hazırlanmış ve buna göre yurt dışına eser götürme konusu geçerliliğini yitirmişti.

Alman Arkeoloji Enstitüsü öncülüğünde hızla işlere girişildi. Bu hızda kuşkusuz o dönemde Osmanlı müze idaresinde Osman Hamdi Bey ve Bakırköylü Theodore Makridi gibi uzman ve vatansever kişilerin varlığı önemliydi. Örneğin tarihi değiştiren Hitit Uygarlığı kazıları Alman Hugo Winckler ve Theodore Makridi Bey tarafından yapıldı.

Bir diğer Alman, subay ve Asurolog Bedrich Hrozny 1910’lu yıllarda Hitit yazısını çözdü, Cumhuriyet’in kuruluşunun ardından aynı kişi Atatürk tarafından eski Hitit yazılı kil tabletleri konusunda çalışmalar yapmak için davet edildi. Ege kıyılarının dâhiler kenti Miletos, Priene Almanlar tarafından kazıldı, Bergama ve Hitit başkenti Hattusas kazılarına da devam edildi.

Truva Antik Kenti yine bir Alman olan Heinrich Schliemann tarafından keşfedilmişti ancak arkeolojiyle yalnızca amatör ilgisi olan bu iş adamının bu kişinin Truva’yı keşfetmek kadar orada bulduğu zenginliği yurt dışına kaçırmaktı. Böyle kötü anılar da oldu. Ne var ki bir başka Alman, yine Truva’da, tarihi değiştiriyordu. Tübingen Üniversitesi’nden Manfred Osman Korfmann 1980’lerde Truva’nın girişine Hititçe Wilusa tabelasını asarak bu kentin bir Helen kenti değil, bir Anadolu yerleşimi olduğunu gösteriyordu.

Tarihi değiştirmek bir kez daha bir Alman’a nasip oldu ve Klaus Schmidt Göbeklitepe’nin keşfiyle belki iddia edildiği gibi tarihi sıfır noktasına götürmüyor ancak en eski toplanma alanını gözler önüne seriyor, bugüne kadar geçerli neolitik kuramı değiştiriyordu. Saygıyla.

YORUMLAR

  • 0 Yorum