Kürşat BAŞAR

    Kürşat BAŞAR


    YA ROMEO VE JULİET EVLENSEYDİ?

    09 Ağustos 2019 - 01:44

    Ayrılığı kabul edebilseydik...

    Bir mafya babasının panik atak sendromu yaşayıp gizlice bir psikiyatra gitmesi ve bununla birlikte gelişen olayların ele alındığı ‘Anlat Bakalım’ filmini hatırlarsınız.

    Robert De Niro ve Billy Crystal’in başrollerini paylaştığı filmde psikiyatr rolündeki Billy Crystal, eşi tarafından aldatılan ve terk edilen bir kadınla terapi seansı sırasında onun ağlama ve yakınmalarından o kadar sıkılır ki, kalkıp onu boğazladığı hayaline bile kapılır. Ve ona, “Bazen başımıza böyle beklenmedik şeyler gelebilir, önemli olan onunla nasıl baş edebileceğimizin yolunu bulmak...” türünden bir cümle kurar.

    Tabii bu cümle kadıncağızın derdine çare filan olmaz ve gelecek seans yeniden orada olmak üzere ağlayarak ayrılır.

    Ayrılık, aldatılmak, sevdiğimiz biriyle ilgili planlarımızın gerçekleşmemesi mutlaka bir travma. Ama acaba gerçekten de hayatımızı allak bullak edip, kendimizi mahvetmemizi gerektirecek kadar ciddi bir travma mı yoksa bununla gerçekten baş edebilmenin bir yolu var mı?

    Bu soruya net bir karşılık bulabilseydim ya da böyle bir ilaç bulabilseydim, herhalde şu an başka bir yerde olurdum, farkındayım. Ama yine de tartışmaya değer.

    Bir arkadaşım yıllar önce bir kızla nişanlıydı. 1-2 kez aralarında ciddi sorunlar yaşayıp ayrıldılar. Ama her seferinde arkadaşımız onsuz yaşayamayacağını söyleyerek normalde kabul etmeyeceği şeyleri sineye çekerek geri döndü. Hem de yalvarıp yakararak.

    Aslında kendisi de mutlu değildi. Hatta hiç mutlu değildi. Öyle ki sürekli doktora gidiyor, kaygılar ve endişeler içinde sürekli strese giriyor, panik atak yaşıyordu. Sürekli kavga edip duruyorlardı.

    Tabii sonunda işler daha da kötüye gitti. Ve evlenmeye pek az kala ailelerin de araya girmesiyle yollarını ayırdılar. Arkadaşımız da yurt dışından gelen bir iş teklifini değerlendirerek bu durumdan kendince bir çıkış yolu buldu.

    Aradan birkaç yıl geçti. Orada bir gün bir iş görüşmesine gitti ve şirketin sorumlularından birinin Türk bir kız olduğunu gördü. Onunla karşılaştığı anda farklı bir şey hissetti. Sonra birkaç kez yemek yediler, sinemaya gittiler ve bir ilişkiye başladılar.

    Aradan geçen 15 yılda üç çocukları oldu ve hala kendisini dünyanın en mutlu erkeği olarak tarif ediyor. Mesleğindeki ilerlemesini bile eşine borçlu olduğunu söylüyor. Tabii ona, ayrıldığı günlerdeki halini hatırlatmıyoruz.

    ‘Sliding Doors’ filmindeki gibi eğer o gün öyle değil de böyle olsaydı, o kararı vereceğimize son anda ötekini seçseydik neler olurdu diye düşünür müsünüz zaman zaman?

    Eminim hepimiz düşünüyoruz bunu...

    Bir başka arkadaşım da kendisiyle evleneceğine kesin gözüyle bakılan nişanlısını terk etti ve aniden gidip başka bir kadınla evlendi.

    Bunun üzerine aslında son derece munis, aklı başında, herkesin bayıldığı bir kız olan eski nişanlı bir anda bir canavara dönüştü. Kendisinden asla beklenmeyecek şeyler yapmaya, adamı ve yeni eşini sürekli taciz etmeye, evlerine, iş yerlerine kadar gitmelere başladı.

    Bu durum yaklaşık üç yıl kadar sürdü. Bir sürü tatsız, istenmeyen olay yaşandı. Her biri asla yapmayacağı şeyler yaptı ve bu üç yılı oldukça sıkıntılı geçirdiler.

    Neyse ki sonunda ne olduysa oldu, kızcağız bir başkasını buldu ve evlenip çocuk doğurdu da mesele kapandı.

    Ama aslında o üç yıl, o kızcağız için büyük bir kayıp oldu. Hayatının belki de en değerli yıllarını böyle bir saçmalıkla uğraşarak geçirdi. Ona hiçbirimiz, kimsenin kimseye mecbur olmadığını, kimseyi zorla evlendiremeyeceğimizi, insanların bir süre birbirlerine farklı duygular besleyip sonra da bu durumun değişebileceğini anlatamadık.

    Doktorlara taşındı, bir sürü abuk sabuk ilaç içti, olmadık insanlarla görüşmeye başladı, kendisine aslında o arkadaşımızın ya da bir başkasının asla veremeyeceği zararı vermeyi başardı.

    Bir psikiyatr arkadaşım söylemişti. İlişki iki kişiyle başlar ama bir kişi tarafından bitirilir. Belki de bunu kabul edemiyoruz bir türlü. “Artık seni istemiyorum” diyen birine ya da demese bile size bunu bir biçimde hissettiren birine “hayır, ille de beni isteyeceksin” demenin bir anlamı var mı?

    Buna sesini çıkartmayıp oturmaya devam eden birini kabullenmenin bir sonu var mı?

    Çoğumuzda, başımıza gelenlerden dolayı hep başkalarını suçlama adeti var. Televizyonlardaki programları izlerken, dizilere bakarken, çok beğenilen şarkıları dinlerken bu durumun yıllar içinde fazla değişmediğini hatta giderek daha da kötüleştiğini düşünüyorum.

    Bizden ayrılan veya bir başkasını sevmeye karar veren biri aslında bize bir kötülük yapmış olmuyor. Ya da kasten bize bir kötülük yapmıyor. O kendi istediğini yapıyor.

    Eğer düşündüğümüz gibi biri değilse, onu suçlamaktansa, neden bunu daha önce fark etmediğimizi düşünsek daha doğru olmaz mı? Ve en üzücü olan, bu tür bir travmanın ardından insanlar uzun zaman hayatlarını kendilerine zehir edip geçmişe takılıp kalmaya devam ederek aslında en büyük kötülüğü kendilerine yapmış oluyorlar.

    Hem yeni başlayacakları hayatı bozuyor hem de aslında yeni bir başlangıcın hayatlarına neler getirebileceğini ıskalıyorlar.

    Elbette keşke öyle bir imkanımız olsaydı da geleceği görebilseydik. Tabii masallarla ve efsane aşk hikayeleriyle büyütüldük hepimiz. ‘Romeo ve Juliet’in kavuşamamaları hepimizi bir biçimde derinden yaraladı. Ama unutmayın, Ephraim Kishon’ın yazdığı ‘Tarla Kuşuydu Jüliet’ madalyonun tersini bize hatırlatan harika bir komedidir. ‘Romeo ve Juliet, gerçekte evlenselerdi yıllar sonra neler olurdu?’yu anlatan bir komedi. Juliet mutfakta patates soyuyor ve “Allahın cezası Romeo kim bilir yine ne işler çeviriyor?” diye söyleniyor...

    YORUMLAR

    • 0 Yorum