Cemal GÜLAS

    Cemal GÜLAS


    YÜKSEK TOPRAKLAR

    18 Nisan 2019 - 18:48

    Bir akşam üstü sessizce süzüldük Akçakale köyüne. Her zaman yaptığımı yaptım ve ilk rastladığımız kişiye "Senin konuğunuz" dedim. Zavallı Zeki... Çağırmadığı konuğu beklemediği zamanda yolunu kesince, köyün dışındaki ahırda kendisini bekleyen koyunlarını biraz daha bekletmeye mecbur kalarak, ön koltukta Kamil'in kenarına sıkışmak zorunda kaldı.

    Zamansız ve davetsiz kapısına dayandığımız için biz mahcup olacağımıza, hazırlıksız ve evdekilerin haberi olmadan kapıya döndüğü için o mahcup indi arabadan. Tezekten kulenin kenarına arabayı park ederken, biraz ileride zincirle bağlı köpeğin sesi, tüm köydeki yandaşlarınca cevaplanmaya çalışıyordu. 

    Zeki'nin ona kızgınlığı ve bizi sahiplenmesi bile köpeğinin yargarasını bitirmedi. Avluya dönük üç kapının eşik üstünde, üç kadın ve bir kaç çocuk merakla bize bakarken, biz en yakın kapıya yönelen Zeki'yi takip ederek, yeşile boyanmış tahta kapının iki direği arasına dizilmiş çocukların arasından içeri süzüldük. Kalabalık çocuk ordusu eşliğinde, karanlık toprak tabanlı, kolları sağa sola açılan dehlizimsi bir koridordan, bir odaya geçtik. Burasının da tabanı topraktı, yere seremedikleri kırmızı halıyı duvara asmışlardı. 

    Sağ tarafımda bir kuzine vardı. Üzerinde buharı tüten kazanlardan, yandığı anlaşılıyordu. Odayı aydınlatan tek pencerenin önünde, teneke saksılardaki sardunyalar, dışarıdaki kara inat çiçek açmışlardı. Önümde üzeri örtü ile kapatılmış, yatak ve yastıklar olduğunu bildiğim bir yığın vardı. Sobanın arkasında en karanlık köşede bir kadın, soba borusunu kendisine siper etmiş bekliyordu. Kapıdan girdiğimizde önümüzde duran divanımsı bir yatağın üstünde ise küçük bir kız çocuğu oturuyor, bizi içeri girdiğimizden beri göz hapsinde tutuyordu. Biz odaya girdiğimiz anda arkamızdaki kapının eşiğine yığılan kalabalık, merakla bize bakıyordu.

    Kamil, yüzünden hiç eksilmeyen gülüşüyle, olup biteni küçük kamera ile kayıt ederken ben de divanın üstünde oturan küçük kıza yönelip, bir hamlede oturduğu yerden kapıp, havaya kaldırıp başımın üstüne oturtuyorum. Gülüşmeler ve çocuk sesleri arasında divana oturuyoruz. Kapının üstünde yığılan kalabalığın arkasında başka bir kadın beliriyor ve çocuklar kenara çekiliyor. Kadın bize "hoş geldiniz" derken, kapının üstündeki bir çocuğa "Büyükbabanı çağır" komutu veriyor. Hiç konuşmadan başına gelenleri anlamaya çalışan Zeki, kadın içeri girdiğinde nihayet konuşuyor. " Abi bana izin verin koyunlarımı suya götüreceğim" Zeki odadan sessizce çıktığında kadın "Gelin kardeşlerim" deyip bizi başka bir odaya davet ediyor.

    İlk girdiğimiz oda belli ki evin günlük hayatını geçirdiği bölüm. İçeri girdiğimiz kapının tam karşısında, yeşil boyalı başka bir kapı açıldığında, yüksekçe bir sedirin önünde duran masaya eğilmiş, tüm olup bitene kayıtsız biçimde önündeki kitaplara dalmış bir kız çocuğuyla karşı karşıya kalıyoruz. Bu odanın tabanı kaplı ve her tarafı halı döşeli biz odaya girerken o kitaplarını topluyor. Bu, evin kızı Sevinç... Bu yıl üniversite imtihanlarına hazırlanıyor. "Toplanma otur" diyorum. "Yok yorulmuştum zaten" diyerek bize sedirde yer gösteriyor.

    Bu odanın duvarlarında hiç pencere yok. Onun yerine tavandaki dar uzun mazgalımsı delikten günün son ışıkları odaya süzülüyor. Odada yanan soba nedeniyle haylı sıcak. Bunun için yüksekteki sedir yerine, ben yere bağdaş kuruyorum, aynı anda iki yastık sırtıma konuyor. Henüz oturmuşken, elinde bir tepsi dolu çayla, ilk girdiğimiz odadaki sobanın borusunun arkasına saklanmış kadın geliyor. O çayları bize uzatırken kapıdan yaşlı bir adam içeri giriyor. "Aman kıtlama içmeye kalkmayın şekerim az" diyor. Herkes gülüyor... Hoş beşten sonra ısrarla beni sedire çıkarmaya çalışıyor, bense yerimden memnunum. "Olmaz" diyor "Siz yerde otururursanız hepimiz yerde oturmak zorunda kalırız". Ben yine de sedire çıkmıyorum. Böylece sedir ilk defa cocuklara kalıyor. Çay bardakları elimizde yarılanmadan masanın üstüne yemek tabakları dizilmeye başlıyor. Mecburen sedire oturup ilk kaşığı tabağa daldırırken Zeki geliyor koyunları sulamış. Arkasından iri yarı bir kadın içeri giriyor. "Beni çekmeye mi geldiniz?" diyor. Soruyu anlamıyorum, Zeki devreye giriyor. "Bu Gül Ana. İstanbul'da hastabakıcıydı. Şimdi emekli oldu, burda iki tane pelikanı var geçen televizyona çıktı da" diyor...

    Sonra oda kalabalıklaşmaya başlıyor ve her içeri girene aynı tembihi bizim adımıza Sevinç yapıyor; 'Bu gece sigara içmek yasak'. Odanın duvarlarında çerçevelenmiş aile fotoğrafları var ancak fotoğrafların bazılarının önü beyaz bir bezle kapatılmış. Sebebini sorduğumda fotoğraftakilerin ölmüş aile büyükleri olduğunu söylüyorlar ve meraklanmayalım diye örterek ekliyorlar "Özümüz hassastır" 

    Gecemiz, konservatuara gitmek isteyen Sevinç'in yanık sesinden dinlediğimiz türkülerden sonra noktalandı.

    Kaldığımız evde suyu hala eşekler taşıyordu. 

    Hızla giyindim. Kamil zaten giyinik yatıyordu. Köy uyanmadan, biz it havlamaları, kaz tıslamaları arasında yerimizi aldık. Güneş  doğduktan yarım saat sonra toprak ısınmaya başladı. Isınan topraktan yükselen buharlar karga ve kuş seslerine karışan köyün uyanma sesleri ve önümüzde uzayan donmuş Çıldır gölü beyaz sonsuzluk gibi duruyor, Kamil ve ben önümüzde şekilden şekle giren köye ağzımız açık bakıyoruz. Sisin arasında siyah sıyah görünen elektrik direkleri olmasa, burada zaman 2003değil 0000 gösteriyor olabilirdi. Çamurlu sokaklardan geçerek gölün içine doğru uzayan yarımadaya doğru yürümeye başladık. Bu ada üzerinde eski bir kalenin duvarları ve yaz aylarında açılan belediye tarafından yaptırılan bir lokanta vardı. 

    Çok geçmeden, buzun üzerinde beliren siyah lekelerin evlerde biten suyu yenilemek için eşekleri ile buzda açılan deliklere yürüyen köylüler olduğunu fark ediyoruz. Biz de göle yöneliyoruz. Buzun üstü de erimeye başlamış ve eşeklerin bazıları kenarda biriken suları güvensiz bularak buzun üstüne çıkmıyorlar. Eşeğin arkasındaki adam bize dert yanıyor; "Burayı geçmezse eve su götüremeyeceğim. Eşeğin insafına kaldık"

    Doğudaki kentler, yıllardır Türkiye'nin dört bir yanına göç veriyor. Bu köydeki gençler genellikle mobilyacılıkla uğraşıyorlar. Ortalama 150 milyon lira aylıkla, dört beş genç küçük bir bekar odasında büyük kentlerde tutunmaya çalışıyorlar. Yağ, peynir, bazen de düzinelerle tandır ekmeği buradan büyük kentteki gurbetçilere gönderiliyor. Yine de sıkıntı çektilerinde ahırdaki inek onlar için pazara götürülebiliyor.

    Bir babaya soruyorum. "Hiçbir güvencesi olmayan bu hayatlarını beslemek yerine onların da aranıza dönmesini sağlasanız daha organize çalışsanız,sadece et için bile besicilik yapsanız olmaz mı?" Herkes önüne bakıyor. Biliyorum ki kışın donan bu otlaklar, baharda yemyeşil ovalara dönüşüyor. Bu otlakların bereketi başka hiç bir şeye muhtaç olmadan besicilik için yeterli. Bir genç, tüm yıl çalışsa eline iki milyar geçiyordur. Yemesi içmesi kirası ve sağlıksız koşullardaki hayat tarzları da cabası. Hayatları bir umut için heba oluyor. Oysa burada iyi yetişmiş bir dana iki milyar ediyor. Üstelik gurbetin sıkıntısını çekmeden bu parayı alabiliyorlar. 

    Büyük kentlerde mangalda kül bırakmayanlar, hala Sanmoritz'e kayağa gidip Aspen'de tatil hayali kuruyor olabilirler ama, Çıldır Gölü'nde kayak yapmayı, Kısır Dağları'nda kilometrelerce önünüz kesilmeden kaymayı hayal edebilirseniz, bunun rüya olmadığını ben biliyoyrdum şimdi sizde biliyorsunuzbiliyor...

    YORUMLAR

    • 0 Yorum