• Reklam
Cemal GÜLAS

Cemal GÜLAS


ÇOCUKLUK ARKADAŞLARIM

09 Haziran 2019 - 13:08

Muzo’nun gelmesine on gün var. On gün sonra Muzo'yu karşılamak için Pokut yaylasına ineceğim. Bir koca kazan sıcak su buharı tüte tüte kaynayacak. Önce yüzümü buhara tutup, sonra sabun kokusunu duyarak yıkanacağım; sonra bir kazan daha su kaynatıp yıkanacağım; sonra bir kazan daha.

 Muzo… Onunla dostluğum çocukluğumuzdan başlar; küçük derenin kenarına çöker duvar örer, su değirmeni kurar, oyun oynardık.

Akşama yakın Muzo’nun babaannesinin sesini duyardık. Ben onu Laz Ebe diye bilirdim; çünkü Hemşinli değildi. Bugüne kadar benim babaannem bir gün olsun Muzo'dan önce beni çağırmadı. Hava kararmaya başladığı zaman yaylada artmaya başlayan çıngırak sesleri, ineklerin otlaktan dönmeye başlamalarının işaretiydi.

Önce bu çıngırak seslerine dikilirdi kulaklarım, sonrada Laz Ebe’nin sesine. Önümüzü kesen bostan duvarlarının arasında yalnızca kafası görünür ve bağırırdı:

-Olaaa Müüzaffeeer… 

Muzaffer'in kulakları dikilir, elindekileri bırakır, koşmaya başlardı; yalnız kalırdım. Pek kimseyle oynamazdım ya Muzaffer'le oynar ya da alır sopamı yaylanın üzerindeki Memiş Efendi tepesine tırmanır, ineklerimizle bütün günümü geçirirdim.

Çocukluğumdaki en iyi arkadaşlarımı hatırlayınca gülmeden edemiyorum. Bizim ahırdaki ineklerden Süslü lakaplı bir dana ile Saraf isimli bir boğa, bir de Muzaffer. Şimdi bu arkadaşlarımdan yola çıkarak sağlıklı bir çocukluk geçirmediğimi düşünebilirsiniz, ama ben bu sağlıksız ortamdan çok memnundum.

Üstelik bu ekip benim yazlık arkadaşlarımı oluşturuyordu. Bir de baharlık, sonbaharlık, kışlık arkadaşlarım vardı ki onları ilerde unutmazsam anlatırım.

Ben şimdi birazda Saraf ile Süslü’den bahsedeyim. Saraf bana küçük amcamdan miras kalmıştı. O İstanbul’a babamların yanına giderken bende Saraf’ın dostluğunun anahtarını almıştım. Amcam Saraf’a konuşmayı tırmanmayı ve akşama yakın inekleri otlaktan geri döndürmeyi öğretmişti. Saraf’ı ahırdaki bağına üç kişi bağlayabiliyordu.

Babaannem, ben ve Hamza oğlu Nuri amca. Konu dağılacak ama misafir konuk Nuri amcayı anmadan geçemeyeceğim. Nuri amca hafif pepe köse irisi bir adamdı; hiç çocuğu olmamıştı ve bu yüzden insanlardan çok hayvanlarla dostluğu vardı. Ben onu tanıdım tanıyalı Samistal yaylasının öküz çobanı olarak biliyordum.

  Saraf’ın bağa konmayışı özgürlüğüne düşkünlüğünden değil, keskin ısıran bir köpek gibi insana tahammülünün olmamasındandı. Eğer ben, benden önce amcam ya da babaannem çevrede bir yerde değilse, onun kıta sahanlığına giren tüm yabancılara Tanrı acısın!

Hilal gibi boynuzlarının sivri uçları, yetişkin bir insanın kolunun dolayamayacağı irilikteki boynu, kırmızı beyaz rengi ile tüm yaylada nerde olsa tanınan bir belanın ta kendisiydi. Ama bu belanın meziyetlerini saysam abartının da kendisi olacak. Bu belayla çok eğlenirdim.

Değneğimi alıp onun yanına gittiğimde gelir kocaman dili ile beni bir güzel yalar, sonra kafasını yere eğerek beklerdi. Bende sırtımı döner, boynuzlarının arasına girip, boynuzlarını koltuk altıma alır, bağırırdım: 

-Hadi Saraf hooo… 

  Hoo sesini duyan Saraf başını kaldırır, ben boynuzların arasında asılı vaziyette düzlüklerde tur atardık. Hatta kimsenin görmediği zamanlar yakın arkadaşlarıma da bu oyunu oynatırdım. Bir seferinde çobanda uyuyan dedemin uyandığında beni Saraf’ın boynuzlarına geçmiş düzlüklerde koşarken görmesi, ihtiyarın zamansız ölmesine neden olacaktı. Bir matara su ile ancak ayıltabilmiştim ve gerçeği göstermiştim.

Süslü ise tam bir dost ne dersen yapan, 15 tane ineği peşi sıra dolaştırıp gidilmemesi gereken yerlerden uzak tutan sürübaşı, benim komutumu sesimin ulaştığı mesafeden alıp sağa, sola, ileri ve geri inekleri yönlendirebilen bir çobandı. Amcama göre onun annesi de öyle imiş.

 

Ben yine Muzo’ya dönmek istiyorum. benim Muzo ile dostluğumun sebebi yayladaki diğer çocuklar tarafından sürekli dışlanması; babaanneme göre o çocuğun sembolü baykuş olmalıymış, çünkü baykuş gündüz dışarda görülürse tüm kuşlar ona saldırırmış.

Onun bu itilmişliğine duyduğum acıdan mı yoksa o itilmişliği yüzünden benim her söylediğimi yapması mı benim Muzo ile arkadaş olmamı sağlamıştı?  Bilmiyorum…

Muzo’yu Laz Ebe çağırıp evine döndüğünde ben de kös kös evime dönerdim. Ateşin üstünde her akşam benim için kaynayan bir güğüm su olurdu. Babaannem beni belden aşağı soyar ve bu su ile yıkardı; belden yukarım ise ancak haftada iki gün yıkanırdı. Çünkü Samistal yaylası Kaçkarlar’ın en yüksek yaylasıydı ve yaz aylarında bile insanı donduracak soğuklar olurdu ki bazen temmuz ayında bile kar yağardı.

Garip tesadüf ki çocukluğumdan 25 yıl sonra da Muzaffer’in gelişi ile benim sıcak suyu hatırlayışım arasında bir bağ vardı. O zamanlar dört beş yaşlarındaydım, şimdi otuz. 

Muzaffer’le çocukluğumuz bittikten sonra da karşılaşmıştık. Aynı köyden değildik; sadece aynı yaylaya giderdik; bu yüzden yalnızca yazları buluşuyorduk. 

Daha sonra ben dağ rehberliği yapmaya başladım. Muzo da benim nakliye işlerimi yapıyordu. beyaz bir katırı vardı, hem benim hem de grubun neşe kaynağıydı. Soyadı gibi kendisi de aynı zamanda iyi bir aşçıydı. 

  Bir seferinde 12 kadınla 20 gün süren bir turumuz olmuştu. Muzo bu turda Marian diye bir kadına tutulmuştu, ancak kadının yanında yine kadın olan sevgilisi vardı. Tur boyunca ben ona Marian’ın sevgilisi olduğunu anlatmama rağmen Muzaffer anlamamıştı. Böylece ona yakın ilgi duyan Şavke’yi de kaçırmıştı. En son tur biterken Muzo üzgün üzgün grubun ardından geliyordu; fazla yükler katırlarda idi ancak Muzo katırların kontrolünü kendilerine bırakmış benim yanıma gelmiş “Allah aşkına söylesene Marian’in sevgilisi var diye diye beni ondan uzaklaştırmak mi istedin, kızda senin gözün mü var” demişti.

Bu Muzaffer’in bana hayatı boyunca sorduğu ikinci soruydu. İlki ise Laz Ebe ile ilgiliydi. Onu da yıllar sonra sormuştu. Ali Üstay'ın bir kitabına Çengel boynuz fotoğrafı çekmek için pusuya yatmış iki gündür bekliyorduk. Arada da eski günleri konuşup oyalanıyorduk. Bana -Cemal ben bir şeyi merak ediyorum, dedi. 

-Neyi?.. dedim.

-Eğer beni Laz anam çağırmasa seni Emine ana çağırır mıydı acaba? 

Ne gariptir ki bu soruyu ben çocukken babaanneme sormuştum.. Ebem gülmüş ve demişti ki: 

-Hey oğul beni kim çağırır ki ben seni çağırayım; elbet döneceğin zamanı kendin bilirsin.

  Bu kadar bağımsız büyümek şans mıydı şanssızlık mı bilmiyorum, ama Muzaffer yıllar sonra bu soruyu bana sorunca bir insanın hayatında bazı şeylerin nasıl iz bırakabildiğini anlamıştım…

Muzaffer’e Marian’la hiçbir ilgim olmadığını anlatmaya çalışmıştım. Uzun kış yürüyüşümüzün sonuna geldiğim günlerde bunlar gelip aklıma takıldı. Pokut yaylasına döndüğümde Muzo benden bir kaç gün önce gelmiş, evi açmış; bir kaç gün boyunca her sabah koca kazan suyu kaynatıp benim için hazır tutmuş, meyve de getirmişti. Dört aydan sonra sıcak suyla banyomu yapıp eve geçtiğimde çay hazır sofra kuruluydu. Sofrada kuru fasulye, pilav ve yoğurt vardı. Uzun zaman sonra hiçbir çaba göstermeden sofram hazırlanmıştı.

Mutlu bir şekilde sofranın kenarına kurulmuş ilk kaşığı tabağa daldırmıştım ki kaşığıma iri doğranmış bir soğan geldi… İri doğranmış soğanı hiç hazzetmem; tabağı kaptığım gibi pencereden attım; sıcak duran tencereyi de.

  Muzo’da ben de çok şaşkındık. Çocukluğumdan beri kırmamak için uğraştığım arkadaşımı iri bir soğan için nasıl kırmıştım. Muzo'yu o güne kadar hiç ağlarken görmemiştim; tabii o da beni, ikimizde hüngür hüngür ağlıyorduk.

  Yalnızlık bana yaramamış olmalıydı; insanları özleyeceğimi sanırken aslında onlarsız da yaşayabileceğimi öğrenmem belki de benim için iyi olmamıştı.

Ben bile iri doğranmış bir soğan için nankörleşebiliyorsam acaba diğer nankörlükleri niye kötü bulayım; benim tevazum iri bir soğanla bozulacak kadar berbatsa diğer insanlara ne söyleyeyim. Ya ben kendimi kandırmıştım ya da dünyada dostlukların sonu gelmiş olmalıydı.

YORUMLAR

  • 0 Yorum