YÜKSEKLERİN UYGARLIĞI URARTU VE MİRASI


Urartular için “Anadolu’nun Aztekleri ya da İnkaları” ifadesini kullanmak sanırız yanlış olmaz. Onlar yükseklerin uygarlığıdır.

Günümüzün Van’ı olan başkent Tuşpa’nın deniz seviyesinden yüksekliği 1750 metre civarındadır. Tarihsel süreçte Urartu’nun yayıldığı tüm coğrafya da yine dağlık olmuştur. Hatta öyle ki Urartu medeniyeti en geniş sınırlara ulaştığında tam ortasında ise adeta yüksekliğin simgesi gibi Ağrı Dağı bulunuyordu.

Yani aslında Urartu’nun bayrağı, antik dönemdeki ismi Ararat olan Ağrı Dağı’ydı. Hatta belki söz konusu coğrafyada Ağrı Dağı olmasa Urartu medeniyeti dahi var olamazdı.

Yunan medeniyetinin en azından destansal kökeninin Tesalya’daki Olimpos dağı olduğunu düşündüğümüzde, hatta Hz. Musa’nın Mısır’dan çıkışında Tur-u Sina yani Sina Dağı’nda Yahweyle görüştüğünü de hatırladığımız zaman hem pagan hem de semavi dinlerde dağın önemini bir kez daha görürüz.

Bu noktada sanırım Urartu coğrafyasında söz konusu olan da dağların en yükseklerinden biri olan Ararat’dı. Urartular'a geçmeden önce biraz dağların kutsallığının temeline kısaca göz atmakta yarar olduğunu düşünüyorum.

 

İnsanoğlu en başından beri yaradılışı sorgulamış, evreni o yarattı bu yarattı derken en son gökteki bir yaratıcıya inanmayı tercih etmiş. Bu yaratıcı önceleri somut iken sonra da soyutlamış. Bu somutlama sürecinde ise her zaman göğe ulaşmak için Mezopotamya’da ziguratlar, Mısır’da piramitler, Anadolu’da da Tümülüsler inşa etmiş.

Amaç hep gökteki yaratıcıya yakın olmak olmuş. İşte dağlar da bunu ifade etmiş eski zamanlardan beri. Ayrıca şu unutulmamalı ki bereket de yıkım da dağlardan gelmiş.

Yanardağ patlamaları örneğin, tanrının öfkesi olarak algılanmış. Karların eriyip suların ovaları tarımsal berekete boğması da bereket olmuş.

İşte Ağrı Dağı da gerek üzerinde biriktirdiği kar miktarı, gerekse sönmüş bir volkan olması nedeniyle tam bu noktaya oturuyor. Dahası, Ağrı Dağı eteklerindeki, 1600 metreleri aşan yüksekliğine karşın pamuk tarımı dahi yapılabilen ve bu özelliğiyle dünyada tek olan Iğdır Ovası da yine eski zamanlarda en büyük korkusu tarımsal kıtlık olan insanın bu bereketi dağla özdeş kılması dağın lütfu olarak algılanmış.

İşte bu yüzden Ağrı Dağı var olmuş diye Urartu da var olmuş.

Urartu coğrafyasını okuyucu için tarif etmek gerekirse; temel olarak Türkiye’nin doğusu, İran’ın kuzeybatısı ve günümüz Ermenistan’ını içerir. Batıda, ülkemizdeki sınırı güneyde Hakkari, en batıda Fırat Irmağı, kuzeyde Erzincan ve Erzurum ve tabii ki Kars çevresini içeren Urartu Krallığı en parlak döneminde 200 bin km2’lik sınırlara ulaşmıştır.

Anadolu ve yakın coğrafyasında MÖ 1200’lerdeki hâlâ nedeni tam olarak bilinmeyen bir şekilde bir çöküş yaşanır ve bu çöküşle pek çok büyük güç tarihe gömülür. Hitit Devleti, Miken İmparatorluğu ve Truva Antik kenti, hepsi aynı yıllarda ortadan kaybolurlar.

Olasılıkla bu dönemde yanardağ patlamaları ve depremler sonucu iklimsel değişikliler ve kıtlıklar yaşanmış; Anadolu ve Ege Coğrafyası bunun sonucunda 300 yıl sürecek bir karanlık döneme girmiştir.

Bu dönemde yaşanan doğal afetler bize aynı zamanda söz konusu dönemde yaşadığı düşünülen Hz. Musa ve kavminin göçü sırasında yaşananlarla da efsanevi bir şekilde anlatılmaktadır. Denizin yarılması, Hz. Musa’nın arkasına düşen firavunun askerlerinin karada ve denizde açılan büyük yarıklara düşmesi hep bu yaşananların göstergesi olmalıdır.

Sessiz geçen ve günümüz tarihçiliğinde ‘Karanlık Çağlar’ olarak adlandırılan bu 300 yıllık dönemin ardından adeta doğanın kış uykusundan uyandığı gibi Anadolu ve Ege Bölgesinin tamamında yavaş yavaş bir dirilme başlar. Bu dirilme öyle hemen büyük devletlere evrilecek şekilde değil, daha çok kültürel bir altyapı oluşturmak suretiyle küçük krallıklar olarak karşımıza çıkar. Bunların en ilginç olanı da Urartu Krallığı’dır.

 

Urartu gerçekten de ilginç bir uygarlıktır. Öncülü olan Hititler ve çağdaşı olan Hititler yazılı kaynak olarak binlerce kil tablet bıraktıkları halde yazılı belge sayısı Urartular'da birkaç yüzü geçmez. Geride bıraktıkları da son derece kısa yazıtlar olmuştur.

Söz konusu dönem Anadolu denilen coğrafyanın diğer ucunda deyim yerindeyse yazılı kaynakların sayıca patladığı dönemdir oysa. Örneğin aynı yüzyıllarda Homeros Truva Savaşı’nı neredeyse 30 bin satır olarak yazar ve böylece dünya edebiyatının, özellikle batı edebiyatının temelini oluşturur. Urartular'ın aynı dönemde yazılı belge konusundaki kısırlığına karşın 200 yıldan uzun bir süre tarih sahnesinde kalmış olmaları bu bakımdan hayli şaşırtıcıdır.

Peki nasıl olmuş da bunu başarmışlardır Urartular?

Bu başarı bir gizem değildir. Urartu medeniyeti bu başarıyı ilk olarak insanın varlık nedeni olan suyu olağanüstü etkin kullanarak yakalamıştır.

Tarihin en büyük su medeniyeti olarak görülen Roma’dan yüzlerce yıl önce onlar bu kadar zor coğrafi koşullarda, neredeyse 9 ay kış mevsimi yaşanan bir coğrafyada 50 kilometreden daha uzun su kanalları açarak kendilerine bağlı kentlere su getirmişlerdir.

Günümüzde dahi 500 binlik nüfusu olan Van kentine su, Urartular'ın 3 bin yıl önce kurdukları sistemi temel olarak gelmekte, Van kentinin suyunun yüzde 60 kadarı o zamanki kaynaktan sağlanmaktadır. Onlar suyun yaşam olduğunu ilk keşfedenlerdir.

Yakın zamanda dahi Doğu Anadolu kent ve kasabalarına su getirmek bir sorun olmuşken bunun bunca yıl önce başarılmış olması dünyada eşi benzeri görülmemiş bir mucizedir. Bir anlamda tarihin ilk belediye hizmetini sağlayanlar Urartu kralları olmuşlardır.

MÖ 850’lerden MÖ 600’lere kadar tarih sahnesinde kalan bu medeniyetin en büyük varlık nedeni ve anlamı da işte suyun böylesine iyi kullanımı olmuştur.

Urartu hanedanında kaç kralın var olduğu, hangi savaşları yaptığından daha önemlisi de onların Dünya ve Anadolu tarihine yapmış olduğu bu eşsiz katkıdır kuşkusuz.

Urartu Medeniyeti hakkındaki yazımız bir sonraki hafta da sürecek. Bu az bilinen, hakkında az yazılan medeniyetten söz etmeye en az bir hafta daha devam edeceğiz.