MUĞLA'YI ANLATMAK GELDİ İÇİMDEN!


Bana göre insanlar ekmeğini yediği, suyunu içtiği, havasını soluduğu yere, kısacası yaşadığı memlekete sahip çıkmalı. Güzelliklerini de görüp, bilmeli, sorunlarını ve dertlerini de paylaşmalı. Elinden geliyorsa da problemlerinin çözümü için elini taşın altına koyabilmeli.
Başkası yapmıyor diye sırtını dönmemeli, kötüleri örnek almamalı. Yalnızca güzel yerlerde, güzel olanı yaşayıp, gerisine “bana ne” dememeli.
Ben yaşadığım her yerde böyle davrandım. Yirmi yıl gazetecilik yaptığım Adana’nın ve Adana insanının sorunlarına sahip çıktım, çözüm getirilmesi için çaba harcadım, yaptığım haberlerle uyarıcı ve yol gösterici oldum.
Bunun yanında kültürüyle, sanatıyla, edebiyatıyla iç içe yaşadım, bu yolda çok sayıda arkadaşım, dostum, yoldaşım oldu. İyi günlerini de, kötü günlerini de paylaştım. Adana’da doğmasam bile en az Adana’da doğmuş olanlar kadar Adana’ya sahip çıktım. Adana insanı da beni kendinden bildi, bağrına bastı. Aradan yıllar geçse de gönül bağımız aynen devam ediyor.
Liseyi bitirene kadar yaşadığım, doğum yerim olan İskenderun’dan ise üniversiteye başladığım yıl ayrıldım ve ondan sonra yalnızca akraba ziyaretleri için gitme imkanım oldu. Orada arkadaşlarım, dostlarım, yakınlarım var, memleketimdir.
Bir gün toprak çeker, alır beni koynuna, ancak ondan sonra hasretliğimiz sona erer.
Adana’dan sonra İstanbul’a gittim. Gazeteciliğe orada devam ettim. İstanbul gerçek anlamda her şeyiyle büyük bir şehir. İnsanı çok fazla. Türkiye’nin her bölgesinden, her kentinden insan tanıdım, karakterini, kültürünü öğrendim. Ama İstanbul’u değil de, on iki yıl yaşadığım, bir Anadolu şehri özelliği taşıyan Sarıyer’i
benden bildim, özümsedim, kendimi Sarıyerli saydım.
Orada yaşadığım sürece, her birinde farklı bir hava soluduğum, otuz sekiz mahallesinin sokaklarını arşınladım, insanlarını tanıdım, sorunlarını öğrendim.
Gazeteciliğin yanı sıra tıpkı Adana’da olduğu gibi kültür ve sanat çalışmalarına katılıp, edebiyatla uğraştım. Bu sayede yeni kitaplar yazdım. Gençlere, çocuklara gazeteciliği, yazarlığı anlattım. Ben onları sevdim, onlar da beni. Ve bir gün geldi, herbiri birbirinden değerli olan dostlarla olan güzel anıları yüreğime gömüp, ayrıldım.
Ama iki oğlum hala orada yaşıyor, kendilerini Sarıyerli görüyorlar.
Sarıyer’le bağlarımız devam ederken, eşimin işi nedeniyle evimizi taşımak zorunda kaldığımız Tuzla’da üç yıl yaşadık. Ancak insanlarla üç yıl boyunca yalnızca yolları, kaldırımları, parkları, sahili ve alışveriş yerlerini paylaştık. Bunun dışında kimseyle hiçbir bağ kuramadık. İçimizden de gelmedi. Tek dostumuz, yüreklerini bize açan kapı komşumuz, gazeteci ağabeyimiz ve eşi oldu. Onlardan gayrısıyla görüşmedik bile.
Ve şimdi Muğla’dayız. Geleli üç ay oldu. Virüs kapmayalım diye pek fazla evden dışarı çıkmasam da, yaşadığım yeri ve insanlarını tanıma adına arabayla hemen hemen her yerini gezdim, gördüm.

Bu arada kendimin ve muhatap olduğum insanların sağlıklarını koruma adına, sosyal mesafe, hijyen ve maske takma konularında azami derece duyarlı olup, öyle davranmaya devam ediyorum.
Semt pazarına gittim, alış veriş merkezine, deniz kenarına, parkına, bağına bahçesine gittim. Eşimi de yanıma alıp, neredeyse dağ, bayır dolaştım.
Bu arada insanlarla konuştum. Kim nerede, nasıl yaşıyor, ne yiyor, ne içiyor, ne iş yapıyor, derdi, sıkıntısı nedir diye, gazetecilik mesleğinden edindiğim tecrübeyle bilgi topladım. Yaşadığım yeri ve insanlarını tanıyıp, burayla bütünleşebilmek için kişileri, doğayı, havayı, hayvanlarını gözlemledim.
İnsanlar birbirleriyle nasıl konuşuyor, neye gülüyor, neye ağlıyor, değerleri ne, hassasiyetleri ne, alışkanlıkları ne diye baktım, görmeye çalıştım.
Ülkemin farklı bir yerinde, farklı bir kültüre sahip insanların arasında yaşayabilmek için önce onlara kendimden ne verebileceğimi düşündüm. Neyi paylaşabileceğimi, neye, nasıl katkı sunabileceğimi araştırdım.
Bugüne kadar hiçbir yerde yapmadığım gibi, Muğla’da da, denize girip, sahilde güneşlenip, ekmeğini yiyip, suyunu içip; derdine, tasasına sırtımı dönecek değilim elbet.
Neyim varsa, ne biliyorsam, ne yapabilirsem, burada yaşayan güzel insanlarla da paylaşacağım.
Ve Muğla’yı, köyüyle, deniziyle, dağıyla gezip dolaşırken; insanlarının çalışkanlığı, üretmeye olan yatkınlıkları, ister yerli, ister yabancı olsun, insana insan gibi davranmalarını görmek hoşuma gitti.
Çarşıda, pazarda kendi ürettiklerini satan köylülerin, emek verdikleri sebzeyi, meyveyi, sütü, yoğurdu satın alıp, tüketmekten çok mutlu oldum.
Büyükşehir olduktan sonra Muğla’nın merkez ilçesi konumuna gelen Menteşe’nin eteklerinde bulunan tarım topraklarının amacına uygun kullanılmasını ise övgüye layık gördüm.
Ve bu arazilerin kenarından geçen yolu her kullanışımda, içimden, “inşallah birileri, buralara da göz dikmez” diye geçiriyorum. Tabii bu yerleri korumanın da öncelikle Muğlalılara ve yerel yöneticilere bağlı olduğunu biliyorum.
Geçen üç ay içinde Muğla’yı ve Muğlalıları tanımaya çalıştım. Biliyorum ki, ben, yaz aylarında sahildeki villarına gelip, yatlarıyla denize açılıp, denizinden, güneşinden, havasından, suyundan faydalandıktan sonra, geride ne bıraktıklarını düşünmeden gidenlerden olmayacağım.
Bu arada yirmi yıldan uzun bir zamandır Muğla’nın yerel yönetiminin başında olan ve son altı yıldır da Muğla Büyükşehir Belediye Başkanlığını yapan Dr. Osman Gürün, birkaç gün önce İzmirli gazeteci dostum Tuncay Mollaveisoğlu’nun Tele1 TV’deki programına katılarak, Muğla’yı, her yönüyle anlatıp, hem tanıttı, hem de
sorunlarını ifade etti.
Başkan Gürün’ün, özellikle, köylüyü, çiftçiyi, kısacası üreten kesimi her anlamda desteklemesi hoşuma gidiyor. Çünkü bugüne kadar gördüklerim bana şunu dedirtiyor; Muğla gerçek anlamda her şeyiyle kendi kendine yeten bir şehir.
İnsanlarının başka yerlere tatile gitmesine ihtiyacı yok, başka yerlerde üretilen sebze, meyveyi getirmesine gerek yok. Çalışacak insanı da var, üretecek toprağı da.
Dağıyla, deniziyle, nehri ve gölüyle görmesini bilenler için, sahiplenilecek ve yaşanılabilecek bir yer.

Ben ilk görüşte Muğla’yı böyle tanıdım ve benimsedim. Bakalım Muğla, bana ne diyecek?