THE PLATFORM


Akşam yemeği yendi ve korona günlerinde yapılabilecek iyi şeylerden bir tanesi olan sinema izlemek için bir film seçiyoruz.

Filmi izlemeye başladığımda ilk önce biraz peşin hükümlü davrandım ve bu distopik filmi seçtiğime pişman olmaya başlamışken, film beni hızlıca içine aldı. Şaşırmış ve merak içinde sürüklenmeye başladım.

Film distopik olmasından mütevellit  karamsar bir görüntü ile başlıyor.

Mevcut kat sayısını söylememek adına, çok ama çok katlı ince uzun bir bina düşünün ve bu binanın katları arasında bir boşluk var. O boşlukta bir asansör yukarı-aşağı hareket ediyor.

Asansör dediğim bir çeşit masa ve masanın üzerinde herkesin beğendiği yiyecekler var. Pasta, bonfile, yengeç vs. her türlü normal-lüks yiyeceklerle dopdolu bir masa...
Bir gün şahane yiyeceklerle dolu bir masada yemek yiyorsunuz diğer gün masada yenebilecek yemek kalmamış, sadece artıkları yemek zorunda kalıyorsunuz.

Bu ince uzun binada kimler yaşıyor?

Bu binada suçlu insanlar kalıyor ya da senaryo gereği “suç” kabul edilen eylemleri işleyenler. Dönüşümlü olarak hemen hemen farklı katları görme şansı oluyor kalanların. Bir gün 5.katdaysanız, diğer gün 250.katda kendinizi buluyorsunuz. Kim yapıyor, nasıl oluyor belli değil.

İnsanın hayatta kalma dürtüsünün ne kadar diri bir duygu olduğunu hissettiriyor film izleyiciye. Tehlikeye düştüğü zaman yapabilecekleri sınırsız olan insanın bakış açısı adeta sosyal deney gibi incelenmiş. Sanki avcı-toplayıcı zamanlara geri dönmüş ve aslanın pençesinden akşam yemeğiniz olan geyik avını kurtarmaya çalışıyorsunuz.

Filmin başını biraz anlattım fakat sonuna kadar anlatacak değilim. Çünkü  izlemenizi tavsiye ediyorum...

İlk baştaki karanlık giriş aslında gözümüzü kapattığımız zaman görmediğimiz ya da görmek istemediğimiz şeyler bütünü. Yani gözümüzü kapatsak dahi veya duymak istemesek dahi orda olan insanın kötü halleri…
Örneğin, dünya nüfusunun dokuzda birinin yeteri kadar beslenecek gıdayı bulamadığı- gerçeği gibi.

“İnsan, insanın kurdudur” boşuna dememiş,Thomas Hobbes. İnsan başka insanın kurdu olduğu gibi kendini de tüketen ve dirilten bir yapıdadır. Hani şu beyaz köpek-siyah köpek hikayesi var ya…içimizde yaşayan bu köpeklerden hangisini beslersek O’yuz metaforu gibi.

Dünyanın bu pandemi hallerinde izlenmesi ve üzerinde düşünülmesi gereken bir film. Tek başına insanların sağlıklarının , paralarının, statülerinin, ırklarının vs. gibi kendimizi tarif ettiğimiz sıfatların aslında nasıl da birden toz duman olabildiğini gördüğümüz günler yaşıyoruz. Birbirini tutup yükselmeye çalışan eller olmaz ise nasıl da hepimizin yere çakılacağını gördük, görüyoruz…

Aslında herkese bu ince uzun binaya girişte sevdiği yemekler soruluyor ve her gün yemesi için o yemek konuyor asansör masaya… Fakat insanlar kendi seçtikleri yemeği yiyip çekilmek yerine tüm masayı mındar ediyorlar. Yani aç gözlülük ya da açlık korkusu zaaflarına kapılıyorlar. İşte tam da burası tüm liberal kapitalist sisteme gönderme yapıyor. Dünyadaki güç ilişkilerini ekonomik-sosyal-hukuki ve kültürel olarak sorgulatıyor.

İlk sokağa çıkma yasağı oldukça geç saatlerde duyurulmuştu. Herkes marketlere akın etmişti. Ortalama Türk insanın evinde asgari düzeyde 2 gün geçinecek erzak deposu vardır diye düşünmüştüm. Bu akın neden?

Bu akın aslında insanların temel ihtiyacı olan karnını doyurabilme meselesinin göstergesiydi. Ya aç kalırsam sorusu ve beraber gelen endişesi…
Peki insanları asgari düzeyde aç bırakırsanız ne olur?

Siz de izleyin bakalım neler gelecek aklınıza…