KUSURSUZ SORUMLULUK


Güzel bir ifade. Kusurun yok, ancak sorumlusun. Kusurun olmasa da sorumluluktan
kaçamıyorsun. “Kusurumu gösteremezsiniz!” diye kostaklanıp ayağa kalkamıyorsun.
“Kusur” denildiğinde hemen ‘öteki’ni aramaya yeltenemiyorsun. Önce kendin. Belki de
hep kendin.! “Bi şekilde” diye çok kullanılan bir kalıp var ya, işte öyle; “Bi şekilde
sorumlusun.”
En çok hukukçular kullanıyor bu terimi. Ancak sadece orada kalmayacak kadar izah
edici, alternatifsiz ve değerli. Kısa tanımından geniş açıklamasına giderken felsefe de işin
içine giriyor, edebiyat da. Ailede de yeri var, daha geniş sosyolojide de. Trafikte de
karşılığını bulabiliyoruz, devlet yönetiminde de.
Bir kere kavranınca birçok işi kolaylaştırıyor. Boşlukları dolduruyor. Ortalığın
dağınıklığı düzeltiyor. Gürültüyü önlüyor. Çok kişinin doğru yerde durmasını, bakması
gereken yerden bakmasını, görmesi gerekenleri görmesini sağlıyor.
Yeter ki; sorumluluğumuzun sınırlarının görünenden, tanımlanandan daha geniş
olduğunu bilelim. O sınırlara geldiğimizi hissettiğimizde gereğini, yapalım ve daha usul
atalım adımlarımızı.
Geride bıraktığımız haftanın tartışması, Diyanet İşleri Başkanının cemaatsiz bir camide
verdiği hutbede söyledikleri üzerinden yapıldı. Bazı barolar ve özellikle de Ankara
barosu söylenenlere yüksek sesle itiraz etti. Karşılıklı kılıçlar çekildi, tartışma büyüdü.
Cumhuriyet savcısı devreye girdi. Siyasiler peş peşe açıklamalar yaptılar.
Diyanet kendisini savundu: “Ne yani Allah’ın hükümlerini söylemese miydim? İşte
söylediklerimin kaynağını gösteriyorum.”
Baro kendi savunmasını yaptı: “Kanunumuz bize insan haklarını savunmayı bir görev
olarak yüklüyor.”
Konu çok yönlü. Sadece hukukla, kanunlarla, kanunlarda son yıllarda yapılan
değişikliklerle, uluslararası sözleşmelerle ilişkili yanları bile yeterince karmaşık.
Kısacası; işin içinden kolayca çıkmak mümkün değil. Hele ki bugünlerde.
Coronavirüsün herkesi “biz nerede yanlış yaptık?” diye sormaya çağırdığı günlerdeyiz.
“Yanlış nerede?” sorusunun cevabını ararken topyekun bir bakış bekleniyor dünyadan.
Tükettiklerimiz, kirlettiklerimiz, aşırıya kaçmalarımız, haddi aşmalarımız,
umursamazlıklarımız… Açık yanlışlarımızdan başlayarak en masum alanları, en
kusursuz gibi duran hayat biçimlerini deşmemiz, ters yüz etmemiz, sorular sormamız
isteniyor.
Mikroplar, bakteriler, virüsler zaten vardılar. Biz nerede yanlış yaptık da başımıza bu
geldi? Biz nerede saldırıya geçtik de bize böyle bir karşılık aldık?
Albert Camus, bir başka salgının, vebanın romanını kaleme almış bir yazar. Çağını ve
çağının insanını sorguladığı, itiraflarını sıraladığı romanı ‘Düşüş’de kahramanına şöyle
söyletir: “Hekimlere gidiyordum, bana ilaçlar veriyorlardı. Biraz toparlanıyor, sonra yine
bozuluyordum. Bana öyle geliyordu ki, çok iyi bildiğim ama hiç öğrenemediğim bir şeyi
unutmuştum: Yaşamayı...”
Teknolojimizle, icad ettiklerimizle, geliştirdiklerimizle çok övündüğümüz bir çağda, bir
minik tehditle hayatlarımız altüst oldu.
Şimdi uzun yolculuğumuzda neleri kaybettiğimize, hızla yol alırken neleri
düşürdüğümüze bakmamız gereken zamanlardayız.
Bu açıdan;
Diyanet İşlerine, “dünyanın dört bir yanından ölüm haberlerinin geldiği, acı ve hüzünle
karşılanan ramazanın ilk cumasındaki bu hutbe doğru tercih olmayabilir mi?” diye
sorma hakkımızın olduğunu düşünüyorum.

Dönüp Ankara barosuna “baştan sona sorunlu, provokatif ve islamofobik bir dil
kullanarak neyi çözeceğinizi düşünüyorsunuz? Saygısızlığınızın nerelere vardığının
farkında değil misiniz?” diye sorma hakkımızın da olduğunu düşünüyorum.
Başka bir yerden başlamalıyız. Kusurlarımızı geçtik, kusursuz sorumluğumuzu kabul
ettiğimiz bir yerden. Dünyanın eve kapandığı, bir çok faaliyetin kesintiye uğradığı
bugünlerdeki fotoğrafımız karşımda duruyor. Salgın sonrası günler için, elimizdeki ilk
düğmeyi doğru yere iliklemek üzere şaşkın şaşkın bakınıyoruz.