NEW YORK'TA NE OLUYOR?


Dünyanın baktığı, özendiği yerde duruyor New York. Filmlerden tanıyoruz.
Gitmeyenler, görmeyenler dahi biliyor. Manhattan Adası’nı, Özgürlük Heykeli’ni,
gökdelenlerden oluşan beton ormanını, 5. Caddeyi…
Müthiş pırıltısı, çılgın kalabalıkları ve biri bitince diğeri başlayan siren sesleriyle,
dünyanın başkenti. 20 milyon nüfusuyla bir dev.
Bir nehir gibi hep akan, kontrol edilmeyen enerjisiyle uyumayan şehir. Büyük bir kafes
olarak görenler de var. Kimlik yerine kredi kartınızı göstererek girebildiğiniz kocaman
bir alışveriş merkezi olarak tarif edenler de…
Dünyada en çok Yahudinin, Roma’dakinden çok İtalyan’ın, 800 bin Çinli’nin ve daha
birçok ‘öteki’nin yaşadığı rengarenk bir şehir. Dünyanın mozaiği.
Bir açıdan bakıldığında Wall Street’ten ibaret. Yani finans merkezi. Ekonomisi ortalama
bir Avrupa ülkesi kadar büyük. Modanın, sanatın, medyanın, eğlencenin, yiyip içmenin
(düşünün 30 binden fazla restoran…!) ve medyanın da merkezi.
Zengini alabildiğine zengin. Yoksulu yoksul gerçekten. Evsizi bol, dilencisi sayısız.
Önden giden, takip edilen bir şehir. Dünyanın birçok yerinde gençler, alnında kocaman
‘New York’ yazan şapkalarıyla, kendi ülkelerini adımlıyorlar. Sonra hayallerini alıp
taşınıyorlar ufuklarındaki şehre. Ağızlarında bir motto: “New York’ta başarırsan,
dünyada başarırsın.”
Seyrettiğimiz kaç Hollywood filminin orada geçtiğini hatırlamayız bile. New York’suz
Amerikan filmi kaç tanedir?
Bu arada sinemaseverler hep sorarlardı: New York neden bu kadar çok filmde kıyamet
senaryosunun doğal platosu olmuştur? Beyaz perdede ölümcül virüsler neden bu kadar
istila etmiştir New York’u? Hortumlar neden hep New York’u bulur?
Bu soruların cevabı verilemeden bugünlere gelindi. Şimdilerde tersyüz oldu New York.
Makyajla saklanan gerçeği ortaya döküldü.
Gelen Koronavirüs haberleri iç karartıcı. Rakamlar kötü ve sürekli artıyor.
İstatistiklerden çıkarak, yarına yönelik tahminler karanlık. Hayalete dönüşen şehirden
boş caddelerin, abartılı koruyucu elbiseleriyle sağlık görevlilerinin, kat kat sarılmış
hastaların ve toplu mezarların fotoğrafları geliyor. Vali Cuomo ile Başkan Trump
atışıyorlar. Ve her yerde çaresizlik.
Önceki gün New York’ta ilginç bir olay yaşandı. Koronavirüs sebebiyle ölenlerin sayısı
birden, katlanarak artıverdi. Herkes şaşırdı. Artışın sebebinin ne olduğu çok geçmeden
anlaşıldı. New York’ta, yalnız yaşadıkları evlerinde ölenlere ulaşılmış ve onların sayıları
kontrol altında hayatını kaybedenlere eklenince sayı yükselmişti. Evlerindeydiler,
yalnızdılar ve ne zaman öldükleri belli değildi.
Yıllar önce Jean Baudrillard’ın ‘Amerika’sında okuduklarımı hatırladım. “Topaç gibi fırıl
fırıl dönüyor.” diye tarif ettiği New York’un 35 yıl öncesini şöyle yazmıştı:
“Burada, sokaklarda tek başına düşünen, tek başına şarkı söyleyen, yemeğini tek başına
yiyip kendi kendine konuşan insanların sayısı ürkütücü.” Ve devam etmişti: “Tek başına
yemek yiyen insan ölmüştür.”
Ayrıca 1997 yapımı bir filmi hatırladım: As Good As It Gets. Türkçe adıyla ‘Benden Bu
Kadar’ filmindeki bir replik New Yorkluları anlatıyordu.
Jack Nicholson filmde taksilerin kapılarını, elini dokundurmamak için ceketinin yeni ile
açan, takıntılı bir yazarı oynuyor, lüks restoranda yemeğini, yanında getirdiği plastik
çatal ve bıçak ile yiyordu. Ve Amerikan sağlık sistemi yine iyi çalışmıyordu.
Kapı aralığında, hazzetmediği komşusuna çıkışmıştı Nicholson: “Asla ama asla beni
rahatsız etme. Tamam mı! Yangın çıksa bile… İçerden bir serserinin sesi gelse bile… Ve

bir hafta sonra sadece çürümüş insan bedeninden gelebilecek bir koku alsan bile…Ve
koku seni bayıltacak kadar keskin olsa ve mendil kullanmak zorunda kalsan bile…O
zaman bile sakın benim kapımı çalma…!”
İşte çalınmadı kapıları. İşte kimseye seslerini duyuramadan öldüler ve günler sonra fark
edildiler. İşte New York.