SİYASİ MESAFE


Sosyal mesafe, hayatımıza yeni giren bir kavram. İki kişinin arasında olması istenen
güvenli uzaklığı anlatıyor. 60 cm ile başladı, sonra 1 metreye çıkarıldı. Tedbiren “1.5
metre olsun.” denildi. Sonra ölçüyü daha hassas hale getirenler, 2 metreye kadar
vardırdılar. Rakamların toplamından bir sonuca ulaşabiliyoruz: ‘Bugünlerde doğru olan
olabildiğince mesafeli yaşamak. Bizdeki olası virüsü yakınımızdakine bulaştırmamak,
varsa ondakinden de olumsuz etkilenmemek.’
Her ülke virüse farklı şartlarda yakalandı. Ülkelerin nüfusu, nüfusu içindeki yaşlılarının
oranı, sağlık sisteminin altyapısı, yoğun bakım yatağının ve solunum cihazının sayısı
farklı. Her ülkenin hastalıklara, tedaviye, korunmaya bakışı da aynı değil. Dayanışma
kültürü ve yardımlaşma gelenekleri de farklı.
Dolayısıyla ülkelerin salgına tepkileri de farklı. Sokağa çıkma yasakları ilan eden ülkeler
oldu. Bazıları ise sokağa çıkılmamasını sadece tavsiye ediyor. Türkiye ‘gönüllü
karantina’ uygulamayı tercih edenlerden.
Her ülkenin ekonomik şartları da kendine özel. Hiç biri diğerine benzemiyor. Türkiye,
ekonomik açıdan, Cumhurbaşkanı’nın ifadesiyle; "her hal ve şart altında üretime devam
etmek, çarklarının dönmesini sağlamak zorunda olan bir ülke.”
Cumhurbaşkanımız bu tespiti yaptığı konuşmasında bir de dayanışma kampanyası
başlattı. Sonrasında siyasi hava değişti. ‘Sosyal mesafe’ günlerinde ‘siyasi mesafe’
ortalarda pek görünmüyordu. Olması gereken de buydu. Virüs kimseyi seçmediğine
göre, kimsenin kimseyi ayırt etme hakkı da olamazdı. Olmamalıydı.
‘Biz bize yeteriz’ kampanyasına katılanların yanında itiraz edenler de ortaya çıktı. Hatta
kampanyaya karşıtlıklarını bir kampanyaya dönüştürmeye girişenler görüldü.
Katılmak istemeyenleri sonuna kadar anlamak mümkün. Eleştirilerinin hepsini
dinlemek üzere de hazır olunmalı.
Ancak kampanyaya katılmamak üzere kampanya da neyin nesi? Bence tepkinin en
şiddetlisi bile katılmamanın ötesine geçmemeli. Daha fazlası bu dar zamanların ruhuna
aykırıdır.
Çünkü ne zaman biteceğini bilmediğimiz, ne kadar tahribat yapacağını öngöremediğimiz
bir krizi yaşıyoruz.
Dünya bugüne kadar böylesi bir krizle karşılaşmadı. Yapılanları, yapılmaya çalışılanları
kıyaslayarak değerlendireceğimiz örnekler yok.
ABD’li uzmanlar 1930 ekonomik buhranı ile karşılaştırıyorlar ve ‘daha kötü’ olduğunu
ifade ediyorlar.
Kritik zamanlardan geçiyoruz. Önceden kullandığımız “kritik zamanlardan geçiyoruz.”
cümlelerinin hepsini boşa çıkaracak kadar büyük bir kriz. Acıyla fark ettik ki; bu söz hiç
bu kadar yerinde kullanılmamıştı. Üstelik kritik zamanların en zorlu evresindeyiz.
Hastalığın yayılma seyrini düşürmek en acil sorunumuz. Yayılma hızını düşüreceğiz ki;
sağlık sistemimiz ayakta kalabilsin. Sağlık sistemimize ciddi zararlar gelmeden vakaları
kontrol altına alabilmek çok önemli.
Hiç aklımıza gelmeyen şeyler başımıza geliyor.
Alışveriş torbasını kapısının önüne bıraktıktan sonra, aile büyüğümüzle pencereden
işaret diliyle anlaşmak, el sallayarak vedalaşmak aklımıza gelir miydi?
65 yaş yasağına takıldığı için evinden çıkamayan çiftçinin tarlasını jandarmanın süreceği
aklımıza gelir miydi? Daha niceleri…
Bağış kampanyasını, virüsün dünyanın üzerine düşen gölgesinin büyüdüğü bugünlerde
yakılan küçük küçük ışıklar olarak görebiliriz.
Alkıştan bir fazlası kabul edebiliriz.

“Ben de varım” demenin bir yolu sayabiliriz.
Parasal toplamının ötesinde, taşıyacağı anlama odaklanabiliriz.
Şimdi siyasi hesapları, siyaset kaynaklı öfkeleri askıya alma zamanı.
Vatandaş devletine güvenmek istiyor. Doğru. Ancak kriz dönemlerine mahsus olmak
şartıyla; devletin de vatandaşını yanında görmek istemesi anlaşılır değil mi?
Krizi atlatalım. Sonrasında dönüp; Neyi yanlış yaptık? Neyi doğru yaptık? Neyi, nasıl
yapabilirdik? sorularını sorabilir, cevaplarının peşini bırakmayabiliriz.
“Nerden çıktı bu kampanya?” diye soruyorsak, bu soruya cevap olacak “Nerden çıktı bu
Korona?” sorusunu, bugünlerde kendi kendimize zaten sorup durmuyor muyuz?