HATİCE YA DA LEYLA


Bal Ülkesi (Honeyland), yeni vizyona giren, etkisinin kaynağı olan doğallığını hiç
kaybetmeden akan duru bir film. Tür olarak belgesel ile drama arasında bir yerde.
Belgesel-drama ya da drama-belgesel. Ya da gerçek hayatı kaydedip, ona kurgu
aşamasında anlam vermeye çalışan ara bir türün örneği.
Makedonya’da, terk edilmiş bir dağ köyünde, en eski yöntemlerle arıcılık yaparak
geçimini sağlayan, 50’li yaşlarında bir kadın Hatice Muratova. Türk asıllı bir Makedon
vatandaşı. Şefkatle baktığı yatalak annesiyle, tek odalı bir evde yaşıyor. Kedileri ve bir de
köpeği var.
Arılarıyla konuşurken, onlara türkü söylerken, topladığı balların yarısını yine onlarla
paylaşırken, annesinin saçını yıkarken ve yemeğini yedirirken görüyoruz Hatice’yi.
Tatlı bir Türkçe ondan duyduğumuz. Arada başka diller devreye girse de yine ne
dediğini anlıyoruz.
Az şey öğreniyoruz hayatına dair. Üç kız kardeşinin olduğunu, ancak hepsinin öldüğünü,
babasının evlenmesine izin vermediğini...
Türkülerinden birini duyuyoruz kendi sesinden: “karşıdan gel göreyim / saçın uzun
öreyim.” diye başlıyor.
Kim bilir, belki de hayat hikayesinin erken zamanları o türkünün devamında gizlidir:
“bir yaralı kuş idim / dalına konmuş idim / niçin bana kış dedin / ben senin olmuş idim.”
Öğrenemiyoruz. Ancak seviyoruz Hatice’yi.
Hatice’nin inadına yalın hayatı, yeni gelen komşularıyla değişiyor. Çünkü yeni gelenler
daha saldırganlar ve daha gürültülü olan hayatları ‘tüketim’ üzerinden şekillenmiş. Daha
kalabalıklar ve mücadeleyi faullü de olsa kazanmak istiyorlar. Onların ayartıcısı olan
tüccar, hep ‘daha çok’, hep ‘daha da çok’ olanın peşinde.
Hatice ‘yetinen’, saygıyla koruyan, devamlılığı kollayan biri. Öğrendiklerinin dışına
çıkmıyor. Dolayısıyla şaşmıyor ve şaşırmıyor.
Tüccarın balı gamsızca ve doymaz bir edayla ısırışı ile Hatice’nin çıplak elleriyle kovanı
çıkarışı, ona sevgiyle bakışı hiç karşılaştırılabilir mi?
Belki de iyi ile kötünün çatışması da değil gördüğümüz. Bala ulaşmak ile sırrını
öğrenmeyi eş zamanlı yapan biriyle hazır bulduğu bala talan mantığı ile yaklaşanın
çatışması. Doğanın ortasında, yenmek-yenilmek eksenini kurmadan, doğa ile uyum
içinde yaşayan ile tam “yendim” dediğinde neleri kaybettiğini umutsuzca öğrenecek
olanın çelişkisi.
İnsanlığın en kadim yol ayrımı: Hep iki yol olmuş insanın/insanlığın önünde. Hep
böyleymiş hikaye.
‘Bal Ülkesi’nde de yıkık taş yapıların ortasında, sarı gömleği ile Hatice var. Film boyunca,
neredeyse hep aynı gömleği ile görüyoruz. Öyle yakıştırıyor ki kendisine; sarının o tonu
Hatice’ye tescillense de, adına ‘Hatice Sarısı’ dense isabetli olur. Hatice’ye sorsak; belki
de arıların seveceğini düşündüğü için bu sarıyı tercih ediyordur.
Sezai Karakoç, “Leyla'yı götürüp Londra’nın ortasında bıraksam / Bir bülbül gibi
yaşamasını değiştirmez çocuktur” diyor ‘Köşe’ şiirinde.
Hatice, işte öyle bir Leyla’ya akraba. Bütün anlamlarıyla taştan bir dünyanın ortasında,
arılarla iç içe bir hayat tutturmuş, bir işçi arı gibi çalışıyor. Ve hayatını değiştirmemekte
ısrarlı. O da Leyla gibi bir çocuk.
Çok emek harcanmış filme. Çekimleri ve montajı 3 yıla yayılmış. Bütün ekibi kutluyorum.
Pek de güzel yaşanmış, tıpkı Hatice’nin balları gibi ‘katıksız bir hayat modeli’, bir
‘hayatta kalma sanatı örneği’ sunmuşlar seyircilerine. ‘Senaryosuz film nasıl çekilir?’i
göstermişler.

Bal Ülkesi, ‘En İyi Uluslararası Film’ ve ‘En iyi Belgesel’ dalında Oscar adayı. Ödül
yolunda şansları bol olsun.
Her şeyin başkalaştığı dünyamızda, alıştığınız döngünün dışına çıkmak, doğanın içine
paraşütle iner gibi inmek, o sakin akışa kendinizi bırakmak, onun gördüklerini
göremeseniz bile Hatice’nin baktığı yerden bakmayı denemek, ruhunuza, kalbinize iyi
gelebilir. İyi seyirler.